14 Mayıs 2009 Perşembe

oublier foucault

anlayabildiğim kadarıyla baudrillard'ın temel eleştirisi, foucault'nun retro bir tarih anlayışıyla iktidar söyleminin sınırlarını-sızlığını- çizdiği, yani, olmuş olan şeylerden sonra bu geçmişin bir analizini dört başı mamur şekilde yaptığıdır. zaten kafka'dan alıntıladığı "mesih'in gelmesi gereken günden bir gün sonra gelişi"ne ilişkin sözüyle de bu söylemin çok da işlevsel olmadığını, kaybolan iktidar (hipergerçekleşmiş bir hal alan iktidar) kavramını söylem yoluyla kitlelere hatırlatmak dışında bir şey yapmadığını hatılratır baudrillard.

iktidar, arzu ve ayartma arasındaki karşıtlıktan beslenen bir metindir "foucault'yu unutmak". daha öncesinde de buna benzer eleştiriler gelmiştir foucault'nun iktidarın soykütüğünü çıkarırken kullandığı kaynakların spesifikliğine karşı ve araştırmalarını şimdiki zamanın yakınından bile geçirmeden, sadece belli bir tarih çizelgesinde olanları analiz etmesine yönelik olarak.

ancak unutulmamasında değer olan bir nokta vardır ki, foucault, bir kuram olarak olmasa bile günümüzde de iktidarı aynı ölçüde baskılayıcı ve uyruklaştırıcı olduğunu görece kısa yazılarla da olsa (ki bunun için ayrıntı'dan çıkan kitaplara bakılabilir) belirtmiştir.

foucault'nun sınırlarını çizdiği iktidar aygıtından (aslında her tür kompleks yapıdan bir iktidar çıkabilme olasılığıdır onu alt etmedeki zorluk) ve bu söylemin yarattığı nihilizmden (iktidar o kadar güçlü birşeydir ki onu alt etmeye çalışmak anlamsızdır) eleştirel bir anlamda söz eden baudrillard'ın kendisinin ürettiği "iktidar yoktur, onu tanımayarak altedebilirsiniz" söylemi ise daha mı az nihilizm içerir acaba?

13 Mayıs 2009 Çarşamba

atlas'ın yükü; sonu gelmeyen sorumluluklar ve özbenliğin çöküşü üzerine birkaç not

klasik mit oldukça bilindiktir; cenneti omuzlarında taşımakla cezalandırılan atlas, bu ebedi çilesini çekerken bulduğu ilk fırsatta heracles'i kandırarak tüm yükü onun üzerine atar ve kaçmayı dener. ancak hile yoluyla devretmeye çalıştığı sorumluluğunu üzerinden atmayı başaramaz ve hera'nın bahçesinden çaldığı altın elmaları heracles'e kaptırarak dünanın yükünü omuzlarında taşıma görevine devam etmek zorunda kalır.

üç kavram dikkate değerdir; sorumluluğun getirdiği ağırlık (daha çok ruhsal bir anlamdadır bu), bu ağırlıktan kurtulma isteği ve çoklukla karşılaşılan başarısızlık neticesinde evrensel çember içinde bize biçilen rolleri oynama zorunluluğumuzun ebedileşmesi.

sorumluluğun ağırlığı nedendir? kişinin her türlü eylemleriyle dünyasını ve evrensel olanı biçimlendirmesinden yani fail olmasından kaynaklanan varoluşçu bir sorumluluktan söz etmek değildir amaç. lakin, bireyin doğumuyla birlikte başlayan ve henüz çocukluk evresinde aşılanan dışsal sorumluluklar ya da yükümlülüklerin ömür boyu sürmesi neticesinde bireyin eyleme gücünden yoksun bırakılışındadır sorumluluğun olumsuzlanması gereken yönü.

bu anlamda, geçmişten gelen türlü gelenekleri ya da ritleri çocuk üzerinde türlü yöntemlerle uygulayan aile benliğin özgür gelişimine ket vuran aşamalardan ilkini oluşturmaktadır. boş bir beyin olarak dünyaya atılan çocuk, zaman içerisinde kah baskı yoluyla kah da aile eğitimi yoluyla iyi ve kötü değerler olarak bir sınıflamanın zihninde yer tutması sağlanarak, "iyi" değerler tarafında saf tutması gerektiği bilinçaltına kazınacaktır. benlik, bir seçim yapmak zorunda bırakılarak ilk darbeyi bu aşamada yemektedir. iyi değerleri korumak adına yüklenilmesi elzem olan sorumluluk fikriyle dış dünyaya açılan zihin, sonraki aşamalarda tahakküm edici yapıların farklı "iyi" sınıflamalarını bu ilk değerlere ekleyerek yaşamını sürdürecektir ve ortaya çıkan şey, uğruna sorumluluk yüklenilmesi gereken iyi değerler ile karşısında durulması gereken kötü değerler arasında sınırlanan devasa bir ağdır.

kişi, benliğinin dış dünyanın evrensel dğerlerinden farklı birtakım değerleri benimsediğini farkedebilirse eğer, bu noktadan sonra özne haline gelmiş kişiyle gelenekse yapı arasında bir gerilim alanı oluşması elbette muhtemeldir. toplum, kendi değerlerine karşı itaat etmemeyi seçen özneye, dışlama, asimile etmeye çalışma ya da cezalandırma gibi farklı pratikler yoluyla cevap verir çoğunlukla ve bundan böyle bireysel benlikle toplumun güç odakları arasında mücadele başlar.

kan bağlarından, toplumun genel kalıplarından her türlü ayrı düşüş bu mücadeleye bir neden olabilmektedir. ruhun özgürleşmesinin savaşı diyebilir miyiz buna? benliğin kendi değerler sistemin kurması ve geleneksel sorumluluk fikrini reddedişiyle başlayan savaş kişinin evrensel bir kozmogoni içerisinde varolanlar (das seiende) dan birisi olamk yerine "bir varlık" (das sein) yani belirtik bir özne olarak yaşamayı seçmesinin savaşıdır. çoğulcu olan sıradanlığın karşısına öznenin kendi stratejileriyle ayakta kalabilmesi; yaşam boyuca uğruna mücadele edilebilecek kadar önemli bir sorundur.

bu bağlamda, aileyi, evliliği, bir ideolojiye bağlanmayı ya da çoğul toplum yapısının bireye biçtiği "nitelikli" rolleri oynamayı redden birey, tekil olarak ve kendi nitelik ölçütleriyle bu tahakküm edici yapının karşısına dikilecektir ve dikilmelidir de. tekillik yoluyla öz benliğin kurulması ve toplumdan kurtarılması asıl mesele halini almaktadır. kalabalıkların bunaltıcı havası içinde, benliğin nefes almasını sağlayabilecek alanlar açmak uğruna verilen mücadele edebiyatın, felsefenin veya daha temelinde varlığın asıl uğraşılması gerken sorunu değildir de nedir?

üzerimize yüklenen sorumlulukların reddi, kendi benliklerimizi kurtarmak adına mücadeleye değer ender şeylerdendir, belki de tek şeydir.
Related Posts with Thumbnails