30 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Starfucker Öyküsü

Starbucks şirketinin kurucusu ve yöneticisi Howard Schultz’un İsrail devletine maddi desteği protesto eden San Fransiscolu eşcinsel yerleşimciler “vaat edilmiş topraklar” olduğunu iddia ettikleri bir Starbucks dükkânını işgal ederk kafeye karton evler, bahçe mobilyaları, plastik ağaçlar ve “Madem Filistin’de Oluyor, Burada Neden Olmasın?” gibi pankartlar yerleştirdiler. Müşterilere bu Starbucks dükkânının eşcinsellere vaat edilmiş olduğu iddiasının kadim temellerini açıklayan bir el ilanı dağıttılar. – 2003 -

uzun lafın kısası, dünya hâlâ yaşanılır bir yer ey insan!


27 Ekim 2010 Çarşamba

Sitâre


nerden çıktın böyle karşıma Sitâre
efsaneler dökülüyor gülüşlerinden
kirpiklerin yüreğime batıyor
telaşlı bir kalabalığın ortasında
ayaküstü konuşuyoruz
nedim'im nigehbân nergisleri gibi
üstümüzde bütün nazarlar

çok utanıyorum Sitâre
dün oturup hesap ettim
sen doğduğun zaman
ben bir askerî mektepte talebeymişim.
sen bilmezsin sitare
burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tesbih
geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
her akşam dokuzda yat borusu çalardı
yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
bir derin uykuya atardım kendimi
siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
ben de onu alır anamın düşlerine kaçardım

bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
seninle konuşurken sitare
aklıma yıldızlar dökülüyor
bir çaresiz zühre oluyorsun babil caddelerinde
ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan
binlerce meşalenin aydınlığı kımıldıyor saçlarında
gökyüzü salkım salkım
zigguratlar tıklım tıklım
dönüp dolaşıp dudaklarına takılıyor aklım
ah benim bu akıldan sıyrılmış aklım
kimi gün boşlukta konacak yer bulamayan
kimi gün inatçı yosunlar gibi
kepez diplerine yapışan aklım

gözlerine baktığım zaman Sitâre
bütün çöllere ay doğuyor
yoldaş ediyorum kendime
imrül kays'ı antere'yi a'şa'yı,
en kuytu vahaları dolaşıyorum
hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitâre
çadırla su arasında bir cılga var,
o cılgada narin ayak izlerin var
durgun suya düşüp kalmış gözlerin var
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
bazan sapsarı bir benizle geliyorsun
huysuz çizgileri alnında uykusuzluğun
biliyorum içinde bir sızı var
bıçak ağzı gibi ince bir sızı var
bu sızıdır işte seni verimsiz kılan
züheyr'in suad'ı gibi keremsiz kılan
kuzeyden güneye, güneyden kuzeye
hey gidip geliyorum bu çöllerde
kureyş'in heybetli ve inatçı develeri
hiç aldırmadan benim esmer sevdama
geviş getiriyorlar ufuklara bakarak
ben kaçıp yesrib'e sığınıyorum
yesrib bahane bir kitaba sığınıyorum
dağda, ovada, bâdiyede okuduğum hep elif
elif diyorum sitâre, sineme elif çekiyorum
''ah minel aşkı ve halâtihi...''
çok eski bir gerçektir bu biliyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz
ve ikimiz de ıslanıyoruz
ben ne yağmurlar gördüm Sitâre
ben kaç kere iliklerime kadar ıslandım

bilmiyorum sen kaç yaşındaydın
ben göğü hep kurşun bir kubbe gibi ağır
o şehirde sınlsıklam gezerdim
bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan
tapınaklar insanları safra gibi atardı
sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı
birgün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
gidip bir uygur çadırında göğü dinledim
kara bulutlar kükrerken bir kaşgar sabahında
oturup aprunçur tigin ile seni konuştuk

bakışlarımı sunuyorum tereddütsüz alıyorsun
gizli bir tebessümle çağırıyorum geliyorsun
kaşı karam gözü karam saçı karam
umay gibi yumuşak huylum
nerden çıktın karşıma böyle
sesin ılık bir bahar güneşi gibi
ığıl ığıl akıyor içime
asyanın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
yığılıp kalmışım bu anadolu toprağına Sitâre
adam akıllı yorulmuşum
ellerin böyle olmamalıydı ellerine acıyorum
ve kim bilir kaç yıldan beri kalbimi öğütlüyorum
durup durup ıssız yerlerde
güçlü ol ey kalbim güçlü ol!
daha çok işimiz var diyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum.

Dilaver Cebeci

22 Ekim 2010 Cuma

"benim en güzel çocukluğumu...."

Körpe bir çocuğun şiirle ilk tanışması yerli malı haftası veya on kasım münasebetiyle olursa, sen de takdir edersin ki, şiirden anladığı salt elma, sebze, kaş, göz, dudak, kapı, pencere, gül, leylak, tahta masa olur. Hele de öğretmen, ilk gençliğimizin üzerine kara bulutlar gibi çöken “belirli gün ve haftalar”da şiir okumak için bizi seçtiyse, çoğu zaman şiir, ezberlenmesi güç, okunması eziyet olan bir “sorumluluk” duygusundan öteye geçemez. Ya da geçmesi uzuuunca bir dönem alır. Evet, itiraf ediyorum, ben de o tayfadaydım.

Edip Cansever’le önümde açılan pencere, zamanla bir çok şairin havasını teneffüs edip, içime çekmeme yardım etti. Bunda Canım Edip kadar, Arzu’nun da payı büyük. Bazen gözüme gözüme soktu o cânım şiirleri, bazen bir kitap hediye getirdi, çok zaman üşenmedi aldı kitapları, sayfaları eline uzun uzun kendi okudu.

Seni bilmem ama, ben takıntılı bir tipim. Sevdiğim şeyi ıncık cıncık okuya okuya, izleye izleye severim. Yanımdakilere çoğu zaman gına gelir o ayrı. Ama iyi ki de öyleyim. Bir gün tesadüfen (ah şu tesadüfler!) “benim en güzel çocukluğumu ahmak bir ayak ezdi..” dizesini okumasaydım, Asaf Halet’le böyle doyasıya kucaklamazdım. Ve senin de birazdan okuyacağın şiiri, hiç okuyamayacaktım.

Asaf Halet, dev gibi bir adam.. bakanlar sana sadece gövdeni görmesinler, biliyorum, anladım (anlar mı sence kimse kimseyi?!) sen başka alemdesin!

İyi ki, iyi ki, iyi ki tanıştık. Bahtiyarım.

İbrâhim

"ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla.
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı.
ibrâhim,
güneşi evime sokan kim?

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasir put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim?

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kayıp Bir Kitabın Peşinde: Paulina 1880



Epeyce uzun bir zaman önce, şimdi adını hatırlamakta bile güçlük çektiğim bir kitap okudum. Kitabın yazarı, konusu kaybolup gitti aklımın içinde. Ama gün gibi aydınlık bir epigraf var. Şöyle yazıyordu bilmem hangi bölümün başlangıç bölümünde;

“…Beni kim sevecek acaba, kim öldürecek?”

Fazlaca etkilenmiş olmalıyım ki, Pierre Jean Jouve’ın yani sözün sahibinin peşine düştüm. Paulina 1880 isminde bir kitabın yazarıymış ve benim meftun olup, üstüne hayallere daldığım bu cümle o kitabın bir parçasıymış.

Paulina 1880’i bir türlü bulamadım. Ankara’da sormadığım kitapçı, kapısını açmadığım sahaf, arşınlamadığım kaldırım kalmadı. Kitabı bulamadım.

Şimdi bambaşka bir zaman dilimine geçiyoruz. Eylül 2008. yine Ankara. Altan gelmiş izmir’den. Önce oturmuşuz bir güzel yemeğimizi yemişiz. Sonra başlamışız karanfil’deki kitapçıları gezmeye. Altan’ın derdi büyük, Karamazov Kardeşler’in ilk baskısını bulmak istiyor. Ben de yarenlik ediyorum. Var mı yok mu, diye gezinirken bulduk bir yerde. Birazcık eski ama olsun. Tam çıkmaya yakın bir kitap ilişti gözüme. İçimde havai fişekler patladı bir bir. Derin bir çekiş ve elim sonunda uzandı kitaba. Paulina 1880. “hediyem olsun” dedi kitapçı, “madem yıllardır arıyormuşsun, hediyem olsun!” Eyvallah!

Bir solukta derler ya, aynen öyle. Okumak değil o, resmen içine çekmek. Çektim ben de en derine.

“Bu karanlık bir roman” diyor yazarı. Paulina’nın içindeki şehveti ve tutkuyu erken yaşta keşfetmesiyle, babasının arkadaşı olan kont’la yaşadığı yasak aşkla başlayan roman, bir manastıra, ordan da bir hapishaneye kadar uzanıyor. Kendini maddi acılara adoyor Paulina. Bedenini yaralıyor, Tanrı’nın oğluyla bir olmak istiyor. Şehvet ve tanrı arasında kalakalıyor. Dini duygularla, esrarlı günah.

“Bu kitap, yaşamın ve ruhun sınırlarını zorlayanlar içindir…” diye yazıyor Paulina’nın arka kapağında. Sanırım bu bilgilendirme için haklılar.

“Ya Tanrı seni cehenneme atmayı isterse? –Beni cehenneme atmak mı? İyi yürekliliği bunu yapmaktan alıkoysun onu. Ama gerçekten beni cehenneme atarsa, ona sarılacak iki kolum olacaktır. Bir kolumu, gerçek alçakgönüllülük kolumu O’nun aşağısında tutarak kutsal insanlığıyla birleşirim. Kutsal tanrısallığına eklenecek aşkın sağ koluyla da O’na öyle bir sarılırım ki, benimle cehenneme gelmesi gerekir.”

16 Ekim 2010 Cumartesi

Göğün dibi delinse, Atlas'ı görür müyüz?

Mitolojiyle aram hiçbi zaman iyi olmadı. Kimi zaman üşengeçlikten gidemedim üzerine, kimi zaman o istemedi oturup benimle iki laf etmeyi. uzaktan uzağa hep sevdim kendisini, o ayrı bir mevzu. Eskiden Herkül'ün, Zeyna'nın dizileri vardı. Oturup başından sonuna kadar izleyebildiğimi hatırlamam. Sevmiyordum onları. Henüz Atlas'la tanışmamıştım, ama emindim aradığımın o olduğuna. Gördüğümde tanıdım. istedim ki sen de tanı.

Olympos'a saldırdığı için Zeus tarafından gökkubbeyi taşımakla cezalandırılan, insanlardan güçlü ama tanrılardan güçsüz bir orta sınıf, bir kahraman. Cesaretini abisinden almış. Abisi Prometheus, hani ateşi tanrılardan çalıp insanlığa hediye eden, bu yüzden korkunç bir azaba mahkum edilen, ölümsüz olduğu için cezası sonsuzluk kadar uzun süren.

Atlas'la ilgili rivayet odur ki;

Atlas'ın Zeus'a savaş açarak, Tanrılar Kenti Olympos'a saldırmasının ardından, Zeus gazabını gösterdi;
- Atlas sonsuza kadar Dünya'yı sırtında taşımalı!

Aylarca, yıllarca, asırlarca dünyayı sırtında taşıdı Atlas. Ve bir gün yoruldu koca dünyayı sırtında taşımaktan. Herkül kendisinden yardım isteyince, korkunç bir plan yaptı.

Herkül bir bahçede bir ejderhanın koruduğu üç altın elmayı ele geçirmek istiyordu. Atlas, Herkül'e kendisi dönünceye kadar Dünya'yı sırtında taşırsa elmaları ona getireceğini söyledi. Atlas elmaları aldı ve geldi. Herkül'e: -Sen taşımaya devam et! dedi. Bunun üzerine Herkül taşımayı kabul etti ama sırtına bir omuzluk yerleştirene kadar birkaç dakika Atlas'ın tutmasını istedi. Atlas Dünya'yı alır almaz Herkül kaçtı ve Atlas kandırıldığını anladı. Bazı hikâyelerde gök gürültüsünün Atlas'ın Herkül'e haykırışı olduğu anlatılır.

Ya sahiden böyleyse, ya sahiden gök gürültüleri yağmurun değil de, Atlas'ın kandırıldığını anladığı an, üzerine yıkılan koca dünyanın habercisiyse.. Düşün bakalım insan, kandırılmış bir Tanrı'dan daha hüzünlü başka bir şey var mıdır acaba bu dünyada?!

15 Ekim 2010 Cuma

Hayat Öpcüğü


“Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi.” diyor tdk “sinema” için.
Yani bu bir “iş”miş, bundan para kazanılırmış, bir ekrana yansıtılarak yeni yeni görüntüler elde edilirmiş. Oysa ben Arizona Dream’ı böyle izlememiştim, Grace sadece senaryodan ibaret bir kimse olamaz. Anna ve Otto’nun aşkı yaşanmadan yazılmış, Lynch sırf paraya ihtiyacı olduğundan sinemaya adım atmış, Almodovar ruhsuz dünyasını renklendirmek için film işine girişmiş olamaz. Hayır, hayır, onca kötülüğüne rağmen yine de dünya bu kadar “küçük” değil gözümde.
Gerçeklikle aram hiçbir zaman “iyi” olmadı. Yani demem o ki, bence kral hala çok şık giysiler içinde. Gerçek ile yalan arasındaki ayrımı yapamıyor ve hatta bu ayrımı yapmaktan delicesine kaçınıyor olmamdan mütevellit, sinema –mış gibi yapanlardan ziyade, “gerçek”in ta kendisi benim için. Bana ballı ballı acılar çektiren, o muhteşem “vaaauuuv”ları boğazımdan söker gibi çıkartan bir hayat öpcüğü.
İşte tüm samimiyetleriyle ruhuma nefes üfleyen o filmler;
1. Arizona Dream (Adamasmacadeğilkendiniasmacaoynayangrace)
2. The Fall (Hikayelerle yaşamak denen bi'şey var, inanmayana kanıt diye bu filmi 14 kez seyrettiririm)
3. 500 Days Of Summer (Aşkla geçen 500 gün mü, aşksız geçen bir ömür mü?)
4. Dream With The Wishes (Düşleri de balıkları da seviyorum, bak izle sen de anlayacaksın ne demek istediğimi)
5. Mary And Max (Meyankökü kokan, mektup kokan, hüzün kokan bir animasyondan çok daha fazlası var sen de. hayat diyor bazıları.)

6. Mr. Nobody (Seçilen her yol doğru yoldur, yaşanılanlar bambaşka bir şekilde vuku bulabilirdi ancak öyle olsa da aynı mana ve değeri taşırdı, diyen, hani o "başka" filmlerden.)
bu satırları okuyan göz! sen de seyret bunları, daha fazlasını seyret, bana da söyle! birlikte izleyelim bu filmleri. ve dünya daha yaşanılır olsun ikimiz içinde.

12 Ekim 2010 Salı

Anne, Beni Sen Öldürdün!





Xavier Dolan, filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu. yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki surette kendisine ait. henüz 21 yaşında ve cannes'a damgasını vurdu, J ai tue ma mere (annemi öldürdüm) ile benim de kalbimde taht kurdu. sanırım bu ikinci filmi. ilk filmini de seyredip hakkında bir iki kelam etmek için yanıp tutuşuyorum. bu başka bir yazının konusu olsun. ben filme döneyim.

"cinsiyet insanın cinsel organında mı yoksa ruhunda mıdır?" gibi tuhaf bir soruyu sordurttu bana.

hubert (xavier dolan), 17 yaşında, anne ve babası o çok küçükken boşanmış genç bir adam. sanat meraklısı ve eşcinsel. annesiyle yaşıyor, az konuşuyor, az gülüyor.

annesi gerçek bir başbelası. cinsiyet insanın ruhunda mı yoksa cinsel organında mı?, sualini aklıma koyan kişi. kadınlara has o anaçlıktan zerre payını almamış, ilgi yoksunu, anlayışsız. oğluyla sorunları çözmek yerine, onu yatılı okula göndermek, ortadan yok etmek en kestirme yol. hubert, böylesine "kötü" bir anneyi hiçbir çocuğun haketmediğini söylüyor -ki haklı.

burdan sonrası, filmi seyretmeyenler için zararlı bilgiler içeriyor. film zevkinizi mahvetmemek için, okumayınız!

adının aksine, bir cinayet vakasının olmadığı film. görünürde bir ölü yok, zaten güzel olan da bu.
filmdeki enteresan ve benim bayıldığım diğer bir nokta, kim birbirine "seni seviyorum" dediyse ardından sinir krizlerinin eşiğine varan büyük kavgalar oldu.ve sonu. insanın dönüp dolaşıp, labirentin çıkışını bulduğu o yer: çocukluğu. güler yüzler ve her şeye baştan başlama cesareti veren o tuhaf unutuş. iyi ki de böyle bitti.

hubert'in annesiyle ve kendiyle olan o karamsar mücadelesi, aşkı, aşksızlığı, öğretmeniyle arasında geçenler (anne-çocuk ilişkisi mi yoksa sevgililik gibi bir durum mu olduğuna karar veremedim de) ve yaşanması muhtemel anların sadece hubert'in zihninde canlanması. güzeldi, izlenesiydi. ve hatta biraz abartıyım ben bayıldım. pek bir heyecanlıyım dolan'la böylesine güzel bir filmle tanıştığım için.

izleyin, izletin!

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kahramanı Benmişim


ne sayısını hatırlayamacağım kadar çok kitap okudum, ne de bir yazarla hasbihal etme şansım oldu. hasbihal dediysem, çaylı kahveli, bir masanın iki ucunu paylaşıp lakırdı etmekten bahsetmiyorum. bir "yazar"ın içini dökmesinden söz ediyorum. yani kitaplarında, yani kahramanlarının ağzından dertleşir gibi yapmasından, aslında "sır"rını ortaya koymasından söz ediyorum. bir yazarla "gerçek"ten tanışmayı kastediyorum.

ölmeden başardım böylesini. içini açanını, sırrını anlatanını, aynasından dünyaya birlikte baktıranını gördüm. şu iki gözümle, sayfaları çeviren ellerimle ve parmaklarımla dokundum ona.

ne doğulu, ne batılı. ne maceraperest, ne çok sıradan. ne alıngan, ne kibirli. tıpkı kendi gibi. bir parça da c. s. edası var sanki.

kelimlerin kifayetsiz kaldığı bir nokta sahiden varmış ey okur! orhan veli haklıymış.
ben bun bir kez daha bir kitabın içinde kayboldum.
çünkü o biliyor;
insan bazen hafızasını kaybeder gibi kaybeder manayı,
insan bazen aşk'la değil, yalnızlığın tersi olan bir duyguyla sever bir başkasını,
insan bazen sadece "kendi" hikayesini anlatmak ister,
insan bazen mutluluğu kadar uzun sürecek bir mutsuzluğa hazırlanır,
insan bazen dünyayı esrarlı kılan o şeyle, kendi içinde barındırdığı, ikiz kardeşi gibi birlikte yaşadığı bir ikinci kişiyle tanışır,
insan bazen rüyaları yaşar, hayatları yorumlar,
.
.
.

1 Ekim 2010 Cuma

Ölü Ruhlar Ormanı Değil, Kötü Ruhlar Karmaşası

"üç kurban. bir hemşire. bir sitogenetikçi. bir heykeltraş. otistik eğilimleri olan bir katil. nikaragua'da bir kan transfüzyon laboratuvarı. arjantin'de bir tarım enstitüsü. şüphesiz bir çocuğu -ve bir travma sahnesini- tasvir eden, çalınmış bir heykel. managua'ya uçmuş bir psikiyatr. tüm bu olanların peşine düşmüş, yalnız, aşksız ve derin depresif kadın bir yargıç."




grangé'e vefa borcumu ödemek için okuduğum ölü ruhlar ormanı'nın kapataslak konusu bu. kitap, macera-gerilimden ziyade, felsefe-tarih-macera adı altında tuhaf bir türe ait. biz grangéseverler biliyoruz adamın tarzını, tamam, çok bilir, çok okur, çok anlatır ama bu kez olmamış. grangé bu kez anlatmamış, kusmuş. koloni'de de yaptı bunu, "du'bakalım bi dahaki sefere" dedim ama beklemekle pek bi'şey olmadı.

bir kere kitabın kapağı iğrenç, o ne öyle 0-7 yaş korku kitabı yazmışsın gibi. o nedendir ki oricinil kapağı kullandım (o bile çok kötü) sonra konusu, en başından belliydi olayların böyle sonuçlanacağı. az buçuk grangé'e bulaşan insan tahmin ederdi yani. okumayanlar için bazı ayrıntılara girip tat kaçırmıycam.

sevgili grangé almış freud'un totem ve tabu'sunu arkasına başlamış yazmaya. hele kitaptaki name droppingler delirtti beni. bergman, lacan, foucault, truffaut, klimt, rené girard (böyle gidiyor bu sıra) ohh herkesi toplamıştı totem ve tabu'nun başına. düşündüm taşındım, sevemediğime karar verdim. bu kez de olmadı grangé.
Related Posts with Thumbnails