25 Haziran 2009 Perşembe

selçuk baran ya da bir yazarın vazgeçiş öyküsü


Ne tür bir okuyucu olduğunuzu biliyor musunuz?
a)Herkesin sözünü ettiği, bolca reklamı yapılan kitapları okurum.
b)“çok satan” olmadığı takdirde bir kitap asla okunmaya değer değildir diyenlerdenim.
c)Kitapçıya gider, her kitabı inceden inceye inceler, yeni çıkanlara göz atar, kişisel tercihimi edebi değeri olan yayınlardan yana yaparım.

Birazdan okuyacağınız yazı, a ve b grubu okurlar için yazıldı. c grubu okurlar, Selçuk Baran’ı zaten tanıyorlar.

İlk öyküsü yayınlandığın da otuz beş yaşındaydı, Yeditepe Dergisi’nde yayımlanmıştı; “Çocuğun Biri”. Hayata geç kalmak diye bir şey varsa eğer, o geç kalanlardan biri olmadı hiç. Yazmaya başlaması çok daha erken tarihlerdeydi ama yazdıklarının yayınlanması zaman isteyen bir süreçti. Edebiyat zordu, önemliydi ve kutsaldı muhakkak Selçuk Baran için.

O, “Haziran” yazarıydı. Öykülerindeki, romanlarındaki, Türkân Hanım’daki ya da yayınlanmamış yazılarında ki kahramanları, Alangoya gibi, Haziran’ın sıcak havasının aksine mutsuz insanlardı. Umutlarını aşka bağlamış genç kızlar vardı yazdıklarında, aşkla başlayan evlilikleri nefrete dönüşen pişman kadınlar vardı, hazirana inat zamanlar yaşayan, hep üşüyen erkekler, Arjantin Tangoları’na adımları yetmeyen kadınlar, birbirinin içine geçmiş dilsiz ilişkiler vardı, kör düğümden daha bir kördüğümdü hayat. Hazirandan çok daha sıcaktı, yakıcıydı aşk. Acısı unutulmaz, içten çıkmaz, yazmadan kurtulunmaz bir şeydi.

Neydi? Nasıl bir “şey”di aşk? Bir erkeği/kadını çok sevmek yaşama sebebi olabilir miydi, ölümün ta kendisi miydi yoksa? Neden yazardı insan? Yazmak kalıcı olmak mı demekti? Sözcükler düşüncelerimizi saklar mıydı, yoksa ayan beyan döker miydi ortaya? “Meçhul Hisler” gidici miydi, hep kalır mıydı yoksa? Duvarları, pencereleri, kapıları kırıp niçin dışarı fırlayamıyordu insan? Bir bedende kaç kişiye yer vardı? Korku mu daha baskındı, kaçma isteği mi kısılıp kaldığımız mekânlardan? Yaşarken, an’ları anlamlandırmaya çalışırken, ne derece bilinçliydi insan? Cevabını bilmediğimiz kaç soru daha vardı hayatta? Bizler neden vardık ve neden yazıyorduk durmaksızın?

“Yazmasam delirecektim” demişti Sait Faik, her yazarın kendince bir cevabı vardı bu klasik soruya. Selçuk Baran yazma sebebini şöyle açıklıyordu:
Yazmam gerek. Dergiler için ya da kitap olarak basılsın, başkaları okusun diye değil, yaşamın bana haklı ya da haksız öyle gelen saçmalığından, giderek başkalarının yaşamında bulduğum ve bunalımını duyduğum anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.

Söyleyecek sözüm olmalı. Onu söylemeliyim. Sonra da bu yetmemeli. Haykıracak sözüm olmalı. Haykırmalıyım. Ve söyleyecek sözüm başkaları için olmalı. Kendim için söyleyeceklerimi ancak çok sonra başkalarına duyurabilirim.

Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Yazmak benim için tek ve biricik imkândır. Gene de umutsuzum bu konuda. İyimser bir umutsuzluk duyuyorum. Kendimi yüzme bilmeyen gene de boğulmamak için son gayretiyle çabalayan bir insana benzetiyorum...

Yazdıklarını paylaşma zamanıydı artık. 1972 yılında yirmi bir öyküden oluşan ilk kitabı Haziran yayınlandı. Ödüllerin sahiplerini hakkıyla bulduğu zamanlardı ve bu yeni öykücü kadın, Türk Dil Kurumu 1973 Öykü Ödülü’nü kazandı. Haziran, edebiyat çevresi tarafından övgülere layık bulundu. Tomris Uyar, Behçet Necatigil, Vedat Günyol, Selim İleri gibi ustalar, edebiyat dünyasına nasıl bir yazarın geldiğini anlamışlar ve onu selamlamışlardı. İlk romanı Bir Solgun Adam, Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması’nda beşincilik ödülü kazandı ve 1975 yılında basıldı. Ve birkaç yıl ertesinde yeni bir öykü kitabıyla çıktı edebiyat sahnesine Selçuk Baran: Anaların Hakkı. 1977’de yayınlanan bu kitabıyla 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Adnan Özyalçıner’le paylaştı. Bozkır Çiçekleri adlı romanı Milliyet Yayınları 1979 Roman Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı. 1983’de yine bir öykü kitabı olan, Kış Yolculuğu yayımlandı. Bunu Tortu, Yelkovan Yokuşu ve Arjantin Tangoları adlı kitapları izledi.

Hayatta iki şeyi çok istemişti. Biri romanlarda ki kadar büyük ve büyülü bir aşk, diğeri de yazar olmak.
Ayhan Baran’la yaşadığı aşk romanlarda ki kadar büyüktü belki ama evlilik o büyüyü yitirmelerine sebep olmuştu. Ayrılıkla noktalanacak bir aşktı onların ki. Şöyle yazacaktı Selçuk Baran Arjantin Tangoları’nda;

“Değerli şeyler mutfakta, ev işlerinde kullanılmaz.”
“Aşk, evlilik için kullanılmaz.”
“Ve âşık olmadığın adamla evlen.”

Yazmaksa hep vardı hayatında. Günlüğüne şunları not etmişti bir defasında;
şimdilik kendi yaşayışımı seviyorum. Yaptıklarım onun anlamsızlığını duyuracak denli tiksindirmiyor beni. Ama bir gün gelecek kırkımda mı olur, daha sonra mı olur, ardıma bakacağım. O zaman kendi yaşamım, o yapışkan, terli, sünepe anlamsızlığa bürünüverecek. Ve işte o zaman gerçekten yazacağım. İyi yazacağım. Çünkü saçmadan, anlamsızdan arındırmaya uğraştığım kendi yaşamım. O koskoca, o çok uzun, bir daha gelmeyecek olan kırk yılım, elli yılım olacak...
Her iki isteği de gerçek olmuştu aslında. Âşık olduğu adamla evlenmiş aşkını yitirmişti ama. Edebiyat dünyasına adım atmış, hoş karşılanmış, ödüller almıştı fakat hak ettiği değerde tartılmamıştı bu kez de. Sahneden inmeyi seçmişti Selçuk Baran. Yazmamak hakkını kullanmıştı bir yazar olarak. Selim İleri’nin ifadesiyle, ‘... hiç bir zaman Selçuk Baran dönemi olmadı’ edebiyat dünyasında. Ölümünden birkaç ay önce, Tanzimat’tan Günümüze Yazarlar Ansiklopedisi ekibi tarafından kendisine gönderilen Bilgi Formu’nu 'Eklemek istediğiniz başka bilgiler' bölümüne can alıcı bir bilgi eklemişti Selçuk Baran:Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994'te yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.
Yazın dünyası için başarı ya da başarısızlık tartışılan konulardan biridir. Bir kitabın ‘bestseller’ olması mükemmel bir dile sahip olmasının yahut iyi bir edebiyat ürünü olduğunun göstergesi olmamıştır hiçbir zaman. Ödüllere layık görülen bir yazar, okuyucularına yakın duramadığı gerekçesiyle yazma fikrinden nasıl cayabilir? Hele ki yazmak fiilini hayatının köşe taşlarından biri olarak kabul ettiyse... Bu soruları, Gölgedeki Kadınlar yazı dizisini hazırlayan Berat Günçıkan’a yazdığı bir mektupta cevaplıyor Selçuk Baran: “bir fikir veriminin etki yapabilmesi için, der Thomas Mann, eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş neslin genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta eşitlik bulunmalıdır. Toplum, kendisinin, bir sanat eserini niçin şöhrete ulaştırdığını bilmez. (...) ama alkışın asıl sebebi, tartıya gelmeyen bir şeydir: yakınlık duygusu. Demek ki ben, okuruma yakın olmayı beceremedim. Bu yüzden çekilmeyi yeğledim. Gerçi insan başkaları için değil, kendisi için yazar. Ama kendim için yazdığım sekiz kitap, yalnız kendim için olacaksa, yeterlidir diyorum...

Hukuk kariyerini, edebiyata yoğunlaşmak için yarıda bırakmıştı oysa. Aşkı bulduğu için evlenmişti. Sanki hayat hayalleri kırmakla mükellefti sadece. Günlük sayfalarına döküyordu içini, yazdıkça değişmiyordu hiçbir şey ama yazmadan da yaşanmıyordu. 1963- 1966 yılları arasında büyük bir savaş yaşanıyordu içinde.
21.Ocak.1966 tarihinde şunları yazmıştı günlük sayfasına;
iyice yokladım kendimi. Kocamın karısıyım, çocuklarımın da anası. Beni kesinlikle belirleyen ve bütünüyle öyle olduğuma inandıran iki şey bu. Analığım ve kadınlığım.(...) konuşmama gereksinimden var olan iki süreç.

Vakti geldiğinde vazgeçecekti herşeyden. Gel-gitlerle devam eden evliliğini kurtarmayı başaramamıştı, çocukları ondan kopup, kendi ayakları üstünde durmayı yeğlemişlerdi ve maalesef edebiyat dünyasının neonları Selçuk Baran’ı aydınlatmaya yetmemişti. Kocasının karısı, çocuklarının anası olma’yı yitirmişti sanki. Tüm bunları uzak tarihlerde öngörmüştü üstelik. Ve yazmıştı yine günlük sayfalarından birine;
geçenlerde yaşamam için mutlu olmamam gerektiğine karar vermiştim. Şimdi de insanları sevmek için onlarla duygu alışverişinde bulunmamın gereksizliğine inanıyorum. Böylece dostluk önemini yitirdi. (tabii böyle olunca aşk da...) galiba hiç dostum yok benim. Yalnız bazen sessiz bir okur olmaktan sıkılıyorum. Sadece karşımdaki söylemesin, beni de dinlesinler istiyorum. Bir gün hiçbir işe yaramadığımı kabul etmiştim. İşte şimdi de en bilinçli, en gerçek haliyle yalnızlığı kabul ediyorum. Ama bu yalnızlık ucuz edebiyatçıların sıka sıka suyunu çıkarttıkları o gizliden gizliye özlenen yalnızlık değil. Benim yalın katıksız durumum. Bundan ne kurtulmaya ne de yararlanmaya kalkışacak değilim. Sadece gereklerine uygun olarak yaşayacağım yalnızlığımı.

Bunları ve daha nicelerini yazan kalem, 4.Kasım.1999’da ayrıldı aramızdan. Ardında bir dolu öykü, roman, çocukların ve büyüklerin okuyup inandığı masallar bırakarak gitti. Onun yazdıklarından umutsuz kadınlar kaldı geride, iç sıkıntıları kaldı, çıt çıkarmayan ağlamalar, bizi varlığına inandıramayan aşk, istiridye kabukları gibi dokunduğumuzda elimizi kesen hayal kırıklıkları kaldı yalın diliyle anlattığı. Ve az da olsa okurları kaldı geriye. Okunmayı hak eden bir yazardı o. Okunmayı ve anlaşılmayı dilemişti kendi için yazdığını söylediğinde bile.

Baskısı kalmayan kitaplarını bulabilmeyi umut ederek kitapçıya gittiğinizde, “o adamın kitapları yok” cevabını duymaya hazır olun siz yine de. Ama aklınızda olsun; edebiyata ve aşka adanmış 66 yıllık bir ömrün boşuna olmadığını anlamanız için, okunup anlaşılmak için, vaktiyle duyuramadığı sesini belki de şimdi duymanız için öyküler yazan bir kadındı o.

19 Haziran 2009 Cuma

türk edebiyatı'nda bir kadın: suat derviş


Gözlerinden bellidir Cevriyem, sen de kara sevda var...” cümlesini birçoğumuz hatırlarız. Beyazperde de ya da televizyon ekranında güzel gözleri, alımlı yürüyüşü, kimselere laf bırakmayan edasıyla bir görünüp bir kaybolmuştur Fosforlu Cevriye ... Tıpkı onu kaleme alan, Suat Derviş gibi.

Saraylı olarak doğmak
Dünya dengelerinin değişmeye başladığı, haşmetli Osmanlı imparatorluğu’nun yıkılmaya yüz yuttuğu zamanlara, II. Meşrutiyet’in ilanına rastlar altmış yedi yıllık yaşamının ilk günü.

Suat Derviş, gerçek adıyla Hatice Saadet Baraner, Darülfünûn kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın torunu ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi hocalarından Doktor İsmail Derviş’in kızı olarak açar hayata gözlerini. Annesi tarafından saraylıdır üstelik. Sultan Abdülaziz’in Mızıka-yı Hümayun Orkestrası şefi Kamil Bey’in kızıdır Derviş’in annesi Hesna Hanım. Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı olarak, küçük yaşlardan itibaren yabancı öğretmenlerle büyümüş, Almanca ve Fransızcayı kendi dili gibi öğrenmiş, yazar olan annesi tarafından edebiyat sevgisi daima desteklenmiştir.

Nazım Hikmet ve Gölgesi
Fakat onu keşfeden ve yazın dünyasında adının duyulmasını sağlayan kişi, çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet olacaktır. Ünlü şair, Derviş’in henüz 14 yaşındayken yazdığı ‘Hezeyan’ adlı mensur şiirini kendisinden habersiz Alemdar Gazetesi’ne yollamış ve Türk edebiyatının göklerine doğan yeni bir yıldız diye nitelendirdiği bu genç kızın tanınmasını sağlamıştır. Yıllar sonra Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: " ben yazılarımı kimseye göstermez, gizlerdim. Bir gün nasılsa masanın üstünde unutmuşum. Nazım Hikmet, komşumuz ve arkadaşımdı. Babamla babası çok dost oldukları ve her gün ailece beraber bulunduğumuz için her zaman bizim eve gelirdi. Benim mektepte olduğum bir saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış. Nazım, o zaman tanınmış ve sevilen bir şairdi, Hezeyan adlı bu şiirimi Yusuf Ziya Ortaç’a vermiş ve gazetenin edebiyat nüshasına koymuşlar."

Nazım Hikmet ve Derviş birlikte okumalar yapıyor, ülke siyaseti hakkında tartışıyor ve birçok toplantıya beraber katılıyorlardı. Bunlardan biri de Halide Edip’in öncülüğünü ettiği ünlü Sultan Ahmet Mitingi idi. Derviş, dönüş yolunda Halide Edip için gözlerimi açan kadın diyecekti. Edebiyata duyduğu ilgi azalmamış, yazmayı bırakmamış fakat; siyasetle, ulus-devlet olma yolunda adımlar atarken Osmanlı’nın düştüğü ahval ve şeraitle daha bir ilgilenir olmuştu. Nazım ise, Derviş için şiir yazma telaşındaydı. Karşılıksız bir aşktı bu belli ki. Kısa zaman sonra Derviş üniversite eğitimi için Almanya’ya gönderilmiş, Nazım’ın ellerindeyse, uzak aşkının Gölgesi kalmıştı sadece.

"Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemediğim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!
"

Dizelerini yazacaktı Nazım Hikmet bir türlü başını eğdiremediği bu kadına. Ve yıllar sonra Derviş’in yazdığı eserlerden biri olan Emine adlı romanı için tutuklu bulunduğu Bursa Cezaevinden şu yorumu yapacaktı; ‘’bravo Suat Derviş’e. Eğer gerektiği gibi çalışırsa diyalektik-materyalist gerçekçiliği cesaretle uygulayabilirse, yani kahramanlarını, bunlardan en sevdiklerini bile hiç de pişmanlık duymadıkları bütün büyük günahlarıyla, olağan ama dikkate değer erdemleriyle gösterebilirse, gelecek kendisinindir.’’

Feminist yaklaşım-toplumcu duruş

Tam da Nazım’ın dediği gibi yapmıştı oysa. 1920’lerde yazdığı ilk romanlarında, İstanbul’un aristokrat ailerinin yaşamlarını anlatmış, karakterlerini üst tabakalardan seçmiş ve onları konaklarda, deniz manzaralı köşklerde yaşatmıştı. 1930’ların sonlarına gelindiğinde dikkate değer bir farklılık vardı yapıtlarında. Toplumsal sınıfların farklılığını vurgulamaya ve bunun yarattığı sorunları yazmaya başlamıştı. Ekonomik dinamikler göz önüne alınıyordu artık, kadını ve aynı ölçüde erkeği baskı altına alan toplumsal-ekonomik düzen sertçe eleştiriliyor, toplumcu-gerçekçi yaklaşımdan asla ödün verilmiyordu. 1920’lerde ‘cinsiyet’e dayalı bir çerçevede ele aldığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar markisizmin etkisiyle biçimlenecek ve giderek sınıfsal bir olgu kazanacaktı. Tefrika halinde yayınlanan ‘Aksaray’dan Bir Perihan’ adlı eserinde eski ve yeni arasında ki çatışmaya yoğunlaşıyordu, çöken soyluluk kavramı ve arada kalmış köylülük şablonuyla yüzleşiyor, yükselen görgüsüz burjuvaziye duyduğu nefreti saklamak bir yana sayfalarca yazarak dile getiriyordu.


Gazetecilik hayatı
İlk yapıtlarıyla, sürgün öncesi son yazdıklarının arasında ki uçurumun sebebi Derviş’in yaşadığı hayattı bir bakıma. İlk romanı Kara Kitap’ın yayınlandığı 1921 yılında Alemdar Gazetesi’nde çalışıyordu. Gazetecilik mesleğine adım atması, hem kendini hem de yazdıklarını yavaş yavaş değiştiriyor, kendisi de bunun bilincinde olarak başarısını gazeteciliğe bağladığını söylüyor ve şu yorumu yapıyordu; ‘’yaptığım röportajlar, beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Gazeteciliğe başladıktan sonra memleketimi ve insanlarımı tanıdım. İstanbul’un en fakir semtlerini bildiğim gibi, en ücra köşelerinden en lüks muhitlerine kadar girip çıktım. Sefaleti ve refahı aynı şehirde birbirinden çok uzakta değil, aynı şehrin belediye hudutları içinde seyrettim. Ben gazeteci olduktan sonra gerçekçi eserlerimi yazmaya başladım. Asıl sevdiğim romanlarım, bu tarihten sonra yazdıklarımdır.’’ Edebiyat alanında gelen başarının yanı sıra bir kadın olarak birçok ilke de imzasını atmıştı Suat Derviş. Avrupa’ya giden ilk kadın gazeteciydi, 1922’de Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Paşa ile ilk röportajı yapmıştı, Alemdar’dan sonra çalışmaya başladığı İkbal Gazetesi’nde ilk kez bir kadın sayfası hazırlamış ve sayfa modasını başlatmıştı. Yabancı dil bilen bir gazeteci olarak, Boğazlar sorununun görüşüldüğü ‘’uluslar arası Montrö Konferansı’nda’’ bulunmuş ve 1923 yılında Lozan Konferansı’na katılmıştı.


Almanya’ya gidiş
Bu koşturmaca uzun yıllar devam etmemiş, Derviş, modernleşme yanlısı, gerçek bir aydın olan babası tarafından üniversite eğitimini alması için ablası Hamiyet’le birlikte Almanya’ya gönderilmişti. Berlin’e konservatuar eğitimi almaya gelmiş olmasına rağmen ailesinden gizli edebiyat fakültesine kaydını yaptırmıştı. Bir yandan Berlin Üniversite’sinde eğitimini sürdürürken diğer yandan İstanbul’da kitapları yayınlanmaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Almanya’da da gazetecilik yapmaya başlamıştı. Yazıları dönemin seçkin edebiyat ve sanat dergilerinden biri olan Querscnitt’ten başlayarak, en ciddi siyasal gazete olarak nitelendirilen Vossische Zeitung’a kadar sayıları on beşi bulan dergi ve gazetelerde yayınlanmıştı.
1933 yılında; Almanya’da Hitler yönetiminin faşist baskılarına rağmen sağlam durmaya gayret gösteren birkaç yayın organı da ortadan kaldırılmış, böylece Suat Derviş’te çalıştığı Alman gazetesinden ayrılmak zorunda kalmış, üniversite eğitimini tamamlayamadan ülkesine geri dönmüştür. Almanya’da kalmış olmak belki üniversite hayatını tamamlamasına yetmemiş fakat yükselen faşizmin şahidi ve İstanbul’a yeniden döndüğünde bundan sonra yazacağı eserlerin temelini oluşturacak ideolojinin sahibi olmuştur. Nazi Almanyasında, anti-faşist bir tutum sergilemiş bu da Derviş’i Marksizme yaklaştırmıştır.


Taraf olmak

İstanbul’a dönmüş, babasını kaybetmiş ve ailesinin de içinde bulunduğu Osmanlı aristokrat sınıfı çökmüştür. Yeniden gazetecilik yapmaya başlar Suat Derviş. Hayatının belki de dönüm noktası olarak gösterebileceğimiz işine başlar; Tan Gazetesi’nde II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın politik çekişmelerini izlemek üzere Rusya’ya gitmekle görevlendirilir. Gazeteci ve romancı kimlikleri birbirine karışacaktır artık. Hissettiklerini yazacak, görmek istedikleri için uğraş verecektir ve bunlar uğruna taraf olmak gerekiyorsa, taraftır.


Siyaset ve edebiyat
Yazdıkları Marksist görüşlerin etkisiyle biçimlenecek ve cinsiyet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar sınıfsal bir vurgu kazanacaktır. Yazarın roman kahramanlarının çoğu; bu nedenle toplumsal bir sınıfın temsilcileri, içinde doğdukları çağın toplumsal dönüşümüne ayak uyduramayan, çelişkiler yaşayan, arafta kalmış bireyler olacaktır. Suat Derviş romanlarının kendine özgü olan yanı ise, bu arada kalmışlığın sebebinin kahramanların ahlakıyla değil, yaşadıkları iktisadi olaylarla açıklanmasıdır. Onlar parayla hiçbir zaman ‘ticari’ anlamda ilişki kurmadıkları için, insanların onurlarını ya da aşklarını ‘ticarileştirme’lerini anlayamazlar. Ankara Mahpusu’ndaki Zeynep yoksulluktan gelen ve gözleri paradan başka bir şey görmeyen bir kadındır, Çılgın Gibi’nin Celile’siyle Aksaray’da Bir Perihan’ın Pakize’si ise soyluluktan geldikleri için yeni toplumsal düzende kendilerine yer bulamamışlardır. Bu üç kadında yaşadıklarından ötürü sınırlarını tanıyamamış, aitliklerinden ayrılmış ve bilmedikleri dünyalarda yaşamaya başlamışlar/heveslenmişlerdir.
Aksaray’da Bir Perihan adlı romanda Pakize hakkında çok kesin bilgiler elde edemeyiz. Ölümünün intihar mı, yoksa bir kaza mı olduğu bile belli değildir fakat kesin olan bir şey vardır ki bu ölümün sebebi Pakize’nin yalnızlığıdır. Ve bu yalnızlığa inceleyen gözlerle baktığımızda bize Celile’nin yalnızlığını hatırlatır.
Bir de Cevriye vardır, Fosforlu Cevriye’nin kahramanı. Asil bir aileden gelme, mektepli bir kız değildir Cevriye, tam aksine bir sokak kızıdır, bütün ömrü sokaklarda geçmiştir. Buna rağmen Cevriye’yi severken göze aldıklarıyla, kendisini ve geleceğini feda edişiyle Celile’ye benzetebiliriz.
İlk dönem yazdığı eserlerinde şaşalı aristokrat hanımları anlatırken ne kadar başarılıysa,1930’lardan sonra toplumun alt kesiminde ki ‘lanetlileri’ anlatırken aynı ölçüde başarılıdır Suat Derviş.


Tutuklanma yılları
1940’lı yıllara geldiğimizde yazar, romanı kitlelere politik görüşler yaymak için bir ‘’araç’’ olarak görmekten vazgeçmişti artık. Çünkü anlatılmak istenen siyasal görüşler, edebiyatın içinde ‘’örtük’’ bir konuma gelmiştir. Edebiyata bir nebze ara vermiş ve 1944 yılında Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? adlı siyasi bir inceleme yayınlamıştır. Bundan sonra romancı kimliğinin önüne siyasi duruşunun geçmesini engelleyememiş, Mustafa Kemal’in teyzesinin oğlu olan eşi Reşat Fuat Baraner ve kendisi için tutuklanma yılları başlamıştır.
Moskova Lenin Akademisi’nde Marksist kuram ve ekonomi-politik öğrenimi yaptıktan sonra Türkiye’ye dönen ve TKP içinde yer alan Baraner’le Derviş’in yürüttükleri ilk ortak eylem Yeni Edebiyat Dergisi’ni çıkarmak olmuştu.’’Yeni Edebiyat’’ Türkiye’nin ilk sosyalist- gerçekçi edebiyat dergisi olarak, yazın tarihine geçecek olmasına rağmen ancak 26 sayı çıkartılabilmişti. Çünkü 1941 yılında yönetim tarafından kapatılacaktı. Bundan önce Baraner, 1938 yılında Sanat Edebiyat Sosyoloji (S.E.S) ardından 1939 Kasım’ında Yeni Sanat Edebiyat Sosyoloji (Yeni S.E.S) dergilerini çıkartmıştı. Yeni Edebiyat Dergisi bu sürecin devamı niteliğindeydi. Çalışmalarını birlikte yürüten bu çift, okuyor, okuduklarını halkla paylaşmakta bir sakınca görmedikleri gibi bunu kendilerine vazife ediniyorlardı. 1944 yılında, eşi Baraner’in tutuklanmasının ardından Suat Derviş’te ‘’ömrünü yazı yazmakla ve dünyada olup bitenleri takiple geçirdiği göz önüne alınınca, kocasının bir oda içinde ki faaliyetlerine tamamen kayıtsız kalmayacağı kanaatiyle’’ tutuklanmıştı. Yargılanmalarının ardından Suat Derviş 8 ay, eşi Reşat Fuat ise 9 yıla hüküm giymişti. Bu süreçten gerek anılarında gerekse daha sonra Behçet Necatigil’e yazdığı mektuplarda asla bahsetmemişti. Tutuklu kaldığı 8 ay boyunca yapılan sorguların birinde, çocuğunu düşürdüğünü yıllar sonra Suat Derviş’in hayatını yazan Rasih Nuri İleri’nin kaleminden öğrenecektik.

Avrupa’ya zorunlu sürgün
Takvimler 1950 yılını gösterdiğinde ülke siyasetinde değişen çok şey olmasına rağmen Baraner Ailesi adına değişen hiçbir şey yoktu. Kısa bir salıverilmenin ardından Reşat Fuat 1951 yılında tekrar tutuklandı ve yargılanmaya başlandığı 1953 yılında Suat Derviş için zorunlu sürgün hayatı başlamış oldu. Yaşanan siyasi hezeyanlar sebebiyle resmi olarak herhangi bir yasaklama gelmese de, gayri resmi bir karşı duruş vardı edebiyat dünyasında bu asi kadına karşı. Hiçbir yayınevi eserlerini basmıyor, dergiler yazılarını görmezden geliyordu. Dönemin edebiyatçıları tarafından eserleri açıkca ‘’korku kitapları’’ olarak lanse edilir olmuştu. Yaklaşık 1940’lı yıllardan beri devam eden bu durum, Derviş’in İsveç’e ablasının yanına gitmesiyle son buldu. Yazıları Avrupa’daki çeşitli gazete ve dergilerde gözükmeye başladı. Ankara Mahpusu adlı romanı ablası tarafından Fransızcaya çevrildi ve 1957’de Le prisioner d’Ankara adıyla, Fransızca olarak yayınlanan ilk Türk romanı oldu. Ardından Çılgın Gibi adlı tefrika romanı, 1958’de Les ombres du yalı (Yalının Gölgeleri) adıyla basıldı. Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa ülkesinde, Batı Almanya’nın ve Avusturya’nın önemli gazetelerinde ve sanat dergilerinde hikâyeleri ve romanları yayınlanmaya devam etti.


Yeniden ülkeye dönüş

1963 yılında yeniden ülkesine döner Suat Derviş. 10 yıllık sürgünün sonrasında, hayata kaldığı yerden devam etme telaşındadır. Takma isimlerle romanlar ve hikâyeler yazar, çocuk masalları çevirir ve tercümelerle meşgul eder kendini. 12. Ağustos 1968 günü, bu meşguliyet acıya dönüşecektir. Eşinin vefatıyla sarsılır bu kez de. Ağlasa da gözlerinin yaşını gizleyen bir kadındır o çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’in deyişiyle. Bu ölüm onu çok üzse de yıkmamış, ne yazmaktan ne de siyasi alanda mücadele etmekten alıkoymamıştır. Olağanca emeğiyle siyasete yönelmiştir bir kez daha. 1970’de Neriman Hikmet ve diğer arkadaşlarıyla birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurar, bir yıl sonra bu derneğin kapatılmasıyla yeniden yazarlığa ağırlık verir. Üç ayrı roman üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1968 yılında kaleme aldığı Fosforlu Cevriye’yi beyazperde de görebilmek için senaryolaştırmasının ardından, eşinin vefatından 4 yıl sonra, 24.Temmuz. 1972 günü tamamlayamadığı romanlarını yarım bırakarak hayata gözlerini kapatmıştır.

Son Söz

Kendisine yakıştırılan tüm sıfatlardan uzaklaştırılarak okunması gereken bir yazardır Suat Derviş. Siyasal kimliğine, görüşlerine ve yaşam biçimine takılıp kalınmadığında, feminist, toplumcu-gerçekçi ya da Marksist olarak sınırlandırılmadığında, bir akımın ya da ideolojinin ‘’ürünü’’ olarak gösterilmediğinde hak ettiği gerçek değeri bulacak, yıllar öncesinde Nazım’ın söylediği ‘’gelecek kendisinindir’’ temennisi gerçek olacaktır.


Suat Derviş’in yayınmış kitapları
Romanları:

Kara Kitap (1920)
Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923)
Hiçbiri (1923)
Ahmet Ferdi (1923)
Behire’nin Talipleri (1923)
Fatma’nın Günahı (1924)
Ben mi? (1924)
Buhran Gecesi (1924)
Gönül Gibi (1928)
Emine (1931)
Hiç (1939)
Çılgın Gibi (1945)
Fosforlu Cevriye (1968)
Ankara Mahpusu (1968)

Tefrika romanları:

Onları Ben Öldürdüm
Sen Benim Babam Değilsin
Olan Şeylerin Romanı
İstanbul’un Bir Gecesi
Aksaray’dan Bir Perihan

15 Haziran 2009 Pazartesi

insomnia


jason weiss'ın "writing at risk: interviews in paris with uncommon writers" adlı kitabının cioran ile ilgili bölümünden bir pasaj:

weiss: hala insomnia'dan muzdarip misiniz?

cioran: az çok. fakat, 6-7 yıllık bir zaman dilimi içerisinde tüm dünya görüşüm değişti. bence çok önemli bir problem. yaklaşık olarak şöyle oldu: normal bir insan yatağa gider ve tüm gece boyunca uyuyarak sonraki gün adeta yeni bir yaşama başlar. bu, sadece farklı bir gün değil, farklı bir yaşamdırda. işte bu yüzden, kişi düşüncelerin ya da şeylerin sorumluluğunu yüklenebilir, kendini ifade edebilir, bir şimdiye ve bir geleceğe sahiptir...

fakat uyumayan bir kimse için, gece yatmaya gittiği zamandan sabah uyanana değin bunların hepsi süreğendir, kesinti yoktur. bunun anlamı, bilinci baskı altına alacak birşeyin olmadığıdırve tüm bu şeyler bilinç çevresinde dönmeye devam eder. kabuslar, bir şekilde hiç kesintiye uğramadan devam eder ve sabah, neyin başlangıcı? madem ki bir önceki geceden hiçbir farkı yoktur. yeni bir gün varolmamıştır. bütün bir gün provadır, provanın sürekliliğidir. herkes geleceğe doğru koşuştururken dışarıda kalmışsınızdır. bu durum aylar ve yıllar boyunca uzadığında, şeyleri algılama biçiminizi, hayat anlayışınızı zoraki olarak değiştirir.

geleceğin nereye gittiğini göremezsiniz çünkü bir geleceğiniz yoktur. ve ben, bu durumun hayatımın en korkunç, en sarsıcı ve kısacası en temel deneyimi olduğunu düşünüyorum. bunların yanı sıra kendi kendinizle yalnız olma gerçeği de vardır. herkesin uykuda olduğu bir geceyarısı tek uyanık olan sizsinizdir. o anlarda insanlığın bir parçası olmaktan çıkıp, ayrı bir dünyada yaşarım...

orjinal metin: http://ajourneyroundmyskull.blogspot.com/2008/07/e-m-cioran-lives-in-another-world.html

13 Haziran 2009 Cumartesi

yeni ortam gazetesi oğuz atay röportajı 1972

1970 TRT Roman ödülünü kazanan ilk romanınız Tutunamayanlar’a karşı, eleştirmenlerimiz genellikle yaklaşmaktan kaçınır bir tavır takındılar. Romanınızı ödüllendiren TRT seçici kurul üyesi edebiyatçılarımız da bu suskunluğa katılır göründüler. Tavrı bütün olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Eleştirmenlerimizin, daha doğrusu uzun süredir yazmayanların dışında olanların kafasında belirlenmiş, sınırları çizilmiş bir roman tanımı var sanıyorum. Bu yüzden bir kitabı, bu ölçülere uyup uymamasına göre değerlendiriyorlar. Belki de benim yazdığım bir bakıma karmaşık ve alışılmadık sayfalar için henüz bir kalıp bulamadılar.

Oğuz Atay romanının yapı,içerik ve anlatım çeşitliliği bakımından anlaşılandan farklılığı hemen dikkati çekiyor. Anlatım özelliğindeki değişiklikler, sıçramalar ve hız, okurun romana girmesini bir ölçüde güçleştirmiyor mu? Bu, okurla aranızda kurmak istediğiniz bağ bakımından düşündürücü değil mi?

Ülkemizde okur sayısı oldukça düşük. Büyük kalabalıklarla bağ kurduğu sanılan romanların bile aydınların dışında bir okuyucu kitlesi bulduğunu sanmıyorum. Üstelik aydınlar bir de kendileri hakkında yazılanları okumak zorunda. Bu bakımdan benim gibi yeni yazmaya başlayan birini arayıp bulmak ve alıp okumak zahmetinin üstesinden gelmiş okuyucuların, ilk bakışta yorucu görünen sayfalar arasında güçlük çekmeyeceğine güveniyorum. Okur yazarı az olan ülkemizde bile, okuyucular böyle bir kitap yayımlandığını haber alırlarsa, birçok yazarımızın aklından bile geçiremeyecekleri bir yetenekle daha neler neler okuyabileceklerine inanıyorum. Okuyucuyu yeteneksiz sayarak, yazmak istediklerini sadeleştirme çabasına girişenlerin de neden oturup yazdıklarını anlamıyorum.

“Tutunamayanlar” ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?

“Tutunamayanlar” ile çok basit bir iş yapmak istedim: İnsanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini; peki herkes ne yapıyor? diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum. Ben, kahramanlarının iplerini istediği gibi oynatarak insanlardan kuklalar yaratan büyük romancıların yeteneklerinden yoksunum. Roman kahramanlarına uygulayacak büyük nazariyelerim, onları peşinden koşturacağım büyük ülkülerim yok. Ya da insanlara, özellikle tutunamayanlara saygım büyük olduğu için, acıyorum onlara; böyle büyük meselelerin makale, inceleme, deneme gibi yazı türlerinin konusu olduğunu sanıyorum.


Tutunamayanlar’dan Selim Işık kimdir?
Selim Işık, birçok tutunamayanın bileşkesidir. İntihar eden bir arkadaşım Ural var; ama bütünüyle Selim Işık o kadar değil. Belki ben varım. (Bu cümleyi yazmayın) Adlarını saymanın sakıncalı olduğu birçok arkadaşım var. Herkesin “tutunan” olmak istediği bir ülkede tutunamayanlığı seçen Selim Işık’la yakınlığı olmak birçok kimseye dokunur diye onların adlarını saymak istemiyorum. Selim öldü; Selimlik de ölmüştür. Başarının insanı sevimsizleştirdiğini yazmıştım bir yerde; fakat tutunamayanlığın sevimliliğine de kimsenin yanaşamadığını görüyorum. Neden yanaşsınlar? Bir arkadaşımın dediğine göre ben romanda herkesi bir bakıma tutunamayanlığa çağırıyormuşum. Henüz bir karşılık alamadım.


Ya Turgut Özben?
Turgut Özben’in durumu farklı bir bakıma. Turgut, bütün çabasına rağmen tutunamıyor. Bu açıdan Selim kadar akıllı değil. Belki de Turgut, bir kişinin, bir tutunamayanlar prensinin ortaya çıkarak hepsi adına sonuna kadar dayanmasını istediği için kata, arabaya ve küçük burjuva nimetlerine boş verip tutunamamayı seçiyor. Selim’le birlikte Selim öldükten sonra yola çıkıyor. Son olarak bir trende görmüşler onu. Belki yolculuğu bitmemiştir daha.



Bir de hikayeniz yayımlandı. (Yeni Dergi, Eylül 1972 sayısında) Roman ve hikaye bağıntısı üstüne düşündükleriniz? Bugün hala ayrı türler olarak tanımlanabilir mi?
Bugünlerde hikaye yazıyorum. Kısa yazmaktan başka bir meselem yok; çünkü 60 sayfalık bir hikaye yazdım, bastırması güç oluyor dergilerde. Romanda şiir, oyun, makale (hepsi uydurma elbette) gibi birçok türden yararlanmıştım. Romanın bu bakımdan hikayeden farklı imkanları var herhalde. İkinci romanım “Tehlikeli Oyunlar” da özellikle oyun parçaları var. Bunun dışında bu iki tür arasında farklar varsa onu eleştirmenler daha iyi bilirler.



Yazarlarınızı açıklar mısınız? Neden sevdiğinizi gerekçeleriyle.

Sevdiğim yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’yi sayarsam “Tutunamayanlar”ı okuyanlar için şaşırtıcı olmaz herhalde. İnsanı, bu arada Selim Işık’ı yalnız bırakanların dünyasında böyle yazarlara da tutunamazsak sonumuz ne olur? Gonçarov’un “Oblomov”u bir zamanlar hepimizi çok sarsmıştı. Stendhal, Laclos, George Eliot, Henry James, Melville, Nabokov gibi ustalardan da etkilendiğimi sanıyorum. İnsan roman yazmak isteğine, bir yazarın dediği gibi, başka romanlara heyecan duyarak kapılıyor. “Hayatı roman” olanların yazdığı pek görülmüyor

diskonnektus erektus


Canım insanlar! diye başlayan yarı ironik yarı gerçek bir hayat onunki… Herkesin yaşamaya cesaret edemeyeceği türden... Çelişkilerle dolu ama net bir o kadar, karamsarlıklar var yer yer ama parlak, sıkılgan haller, zor bir tebessüm çoğu zaman yüzünde...Hani hepimizin aşina olduğu o siyah beyaz fotoğrafı... Birini yolcu etmiş gibi gözleri, sol eli yüzünün yarısını kapatmış... Hani geri dönse bile giden, eksik kalacak diğer yanı, gözükmeyecek, göstermeyecek kendini… Yazacak ama... Selim olacak anlattıklarında, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet’i olacak. Birden fazla ses konuşacak içinde, hepsiyle hesaplaşacak teker teker, kaçmadan, bıkmadan. Beceremediği evlilik hayatını, orta düzen bir adam olamayışını, her şeyi bir düzene koyması gerektiği halde koyamayışını oynayacak hikmetler ordusu, babasına yazdığı mektupta açık edecek yılların gizini, “sevgili babacığım, belki sen hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor” diye başlayacak satırları. Yaşadıklarını yazacak hep, isimler değişecek, harfler değişecek ama aynı kalacak yaşananlar; biraz hayata biraz kendine yakın tutarak anlatacak Tutunamayanlar’ın hikâyelerini.

“Hep mi zordu hayat onun için? Ne zaman ayrıntılarda takılı kalıp şuur zamanına hapsetti kendini? Nasıl başardı hiçbir şeyi unutmamayı ve hayatının sonuna kadar her olaydan rahatsız olmayı?”


Babası Cemil Atay’ın aksine köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyümüştür o. Ankara’ya, babasının milletvekilliği yaptığı döneme rastlar çocukluğu. Haşarı, vurdumduymaz bir çocuk olmamıştır hiç. Yakın çevresi normal dışı bir çocukluk geçirdiğini söyler durur. Odasına kapanıp kitap okur, çocuk dergileri ve gazete sayfalarını karıştırır. Beğendiği yerleri ezberler hatta. Belki de bu yüzden anormal olarak yorumlanır. Yıldız Ecevit’inde vurguladığı gibi Selim ve Oğuz Atay birbirinin içinde gibidir çünkü Selim’de kendi çocukluğunu şöyle açıklar: “onlara göre durmadan kitap okuduğum (...) ve misafirlerin yanına çıkmadığım (...) ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için (...) anormaldim.”

Bir mecburiyettir belki de yaptıkları, yaşamının ilk yıllarında zatürree olarak tahmin edilen ağır bir hastalık geçirmiş, her daim annesinin gözetiminde olmuş, sırtındaki fanila saat başı değiştirilmiş ve asla koşup terlemesine izin verilmemiştir.

Evde oynanan tek bir oyun vardır. İlkokul öğretmeni Muazzez Hanım oğluyla bıkıp usanmadan kelime bulma oyunu oynar. Farsça ve Arapça kelimelerin anlamları ve fiil çekimleri çalışılır. Basit kurallarla başlayan bu küçük oyun bir zaman sonra, yabancı dillerdeki kelimelerin yapılarını incelemeye dek gider.
5 yaşında okumayı öğrenir Oğuz Atay. Evlerinin yakınında ki Devrim İlkokulu’nda eğitim hayatına ilk adımını atar. Okumayı bildiği için, 2. sınıftan başlayacaktır derslere. Aynı yıl kız kardeşi Okşan doğar. Öğretmeni bir gün derste, “kardeşini kıskanan var mı?” dediğinde sınıfta tek bir parmak havadadır... Hiç çekinmeden parmağını kaldırmıştır Oğuz, evde de annesine “bu bohçayı nerden aldıysan oraya bırak” der durur. Doğduğunda kız kardeşine bohça deyişi, büyüdükleri dönemde de devam edecek ve hep espri konusu olacaktır.

Okumak çok keyiflidir ama, okuldan aynı keyfi almak nerdeyse imkânsızdır. Monoton geçen ders saatleri, ezberlenmeye zorlanan bilgiler, körleştiren bir eğitim anlayışı... “ben okul hayatımda güzel bir sınıf, zevkli bir okul binası, iç açıcı bir bahçe görmedim. (...) öğretmen kürsüsünün ön tahtasında, kadın öğretmenlerin bacaklarına, kalem düşürmek bahanesiyle bakabilmek için açılmış koca bir delik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dökülmüş bir soba (...)” diye anlatacaktır Selim Işık okul yıllarını.
Lise dönemi çok daha renkli geçer diğer zamanların aksine. Kendisinden birkaç yaş büyük kuzenleri Füruzan’ın etkisiyle müziğe ilgi duymaya başlarlar Oğuz ve kardeşi Okşan. Eve piyano alınması konusunda Cemil Bey’e yapılan ısrarlar, bir mandolin alınmasıyla son bulur. Müzik dersleri için gelen öğretmen sadece Okşan’la ilgilenmiş, Oğuz ise mandolin çalmayı kendi başına öğrenmiştir. Dönemin popüler şarkılarının hepsini notasız, pratik olarak çalmaya başlar artık. Diğer sanat dallarıyla da yakından ilgilenen Oğuz, kitap okumaktan asla vazgeçmemiş, bu dönemlerde kitaplarla daha yakın ilişkiler kurmuştur. Başucu yazarı her daim Dostoyevski olmuş, Rus Edebiyatına olan bağlılığını asla yitirmemiştir. Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac”’ının, Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in Portresi”nin soluk soluğa okunduğu ama kalıcı olmadığı yıllardır bunlar. Selim’in “benim incilim” dediği kitap ise, yine bir Rus klasiği, Gorki’nin kaleme aldığı “Benim Üniversitelerim” olacaktır.


Lise yıllarında çizim yapmaya başlar Oğuz Atay. 1950–1951 yıllarında yayımlanan Meşale yıllığında karikatürleri yayınlanır. Ressam olmaya karar verecek kadar sevmiştir bir şeyler çizmeyi o dönem. Okulda resim dersine gelen öğretmeni Eşref Üren’in yüreklendirmesiyle akademiye gitmeye hazırlanır. Gerçekleştirilemeyecek bir plan olarak kalır akademi hevesi. Para kazanabileceği, yaşamdaki duruşunu sağlamlaştıracak bir meslek seçmesi istenmiştir ailesi tarafından. “üç çeşit meslek varmış; mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.”

Ve sonunda ne müzisyen, ne de ressam olarak bulur Oğuz kendini. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavına girmiş, başvuru listesine birinci seçenek olarak inşaat mühendisliğini, ardından da mimarlık fakültesini yazmıştır. O yıl inşaat bölümüne giren 105 öğrenciden biri olur. Oğuz’un sınavı kazanmasıyla Ankara’dan İstanbul’a taşınır Atay ailesi. Babasının saydığı üç meslekten ilkidir mühendislik. Cemil Bey’e göre bu meslek oğluna, hayata karşı sağlam bir duruş, çok para belki, bir o kadar da ciddiyet kazandıracaktır. Ama yıllar sonra, yaşananları gözden geçirdiğinde Oğuz Atay“biliyorsun seninle çok çatışırdım, kapıları filân vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde ‘bu çocuk kitap yüzü açmıyor,’ diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları” yazacaktır hiçbir şeyi unutmadığını ispatlamak istercesine.
Onu ayakta tutan, kafa karışıklarını gideren ve hayatı yaşanılır kılan ender şeylerden biri, hiç aksatmadan yaptığı alışkanlığı devam eder üniversite yıllarında da. 1955- 1956 “Arı” yıllığında, “mühendis olmasalardı ne olurlardı?” sorusu Oğuz Atay için “filozof” diye yanıtlanır. Sürekli okur; edebiyat, felsefe, sanat tarihi, psikoloji, tarih... Ve önceliği yavaş yavaş ekonomi kitapları almaya başlar. “sağlam bir Marxçı” olarak adlandırılmaya başlayacağı yılların temellerini atar Oğuz; sol ideolojiyle yakınlaştığı dönemdedir artık. Hegel, Marx ve Lenin’in kitaplarıyla tanışır. Babasıyla da sağlam tartışmaların eşiğine geldiği bir dönemdir. Şiir sevmeyen, roman okumaya yabancı, resmi ciddiye almayan, müziği gürültü olarak yorumlayan bir babanın oğludur Oğuz. Yaşamı boyunca babasının hep karşısında durmuştur, onun değer ölçütlerinin zıttında yer alır. Sevdiklerini ve kızdıklarını babası belirler aslında. Cemil Bey neyi sevmiyorsa, Oğuz ona ilgi duyar. “birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime.”

Derslere devam etmemesine, üniversitenin renkli hayatına kapılmasına, mühendislik dışında geniş ilgi alanlarına zaman ayırmasına karşın sadece bir dönem uzatacaktır okulu. Mezun olduğu yıl, bir mühendislik firmasında işe başlar ve ayrı bir eve çıkma teşebbüsünde bulunur. Baba baskısından uzakta, özgürce yaşabileceği bir mekân arar kendine. Mimar bir arkadaşıyla, yıllar sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nin ilk rektörü olacak Orhan Şahinler’le Beyoğlu’nun ara sokaklarında küçük bir daire tutarlar. Ortak sanat zevklerini paylaştıkları arkadaşlarıyla saatler süren konuşmalar yaparlar. Edebiyat, sinema, sanat felsefesi en önemli sohbet konularıdır. Bu başına buyrukçu hayat sadece 6 ay sürer. Bir gün aniden taşınmaya karar verir Oğuz. Bunun nedenlerinden biri, karşı giriş katındaki ayakkabı dükkânında boyaların alev alması sonucu yangın çıkmasıdır. Bu olay Oğuz Atay’ı ürkütmüştür fakat asıl neden çalıştığı mühendislik firmasından ayrılmasıyla yaşanması muhtemel ekonomik sıkıntıdır.

Üniversite mezuniyetinin ardından, askerlik hayatı başlar. Askerliğinin ilk altı ayını İstanbul’da, geri kalan dönemini ise Ankara’da yedek subay olarak tamamlar. Yeni bir çevre edinir Oğuz ilk olarak. Geneli İstanbul’daki solcu tanıdıkların uzantısı olsa da İstanbul’un aksine, Ankara’da ki Pazar Postası grubu çok daha heyecanlı gelir Oğuz Atay’a. Solun sindirildiği yıllarda, sosyalizmin sakınımlı da olsa tartışıldığı ilk yayın organlarından biridir Pazar Postası. Bu derginin etrafında birleşen gençler için, solun örgütlenmesi zor bir ihtimal gibi dursa da, bunun gerçekleşmesi için çalışmaktan, uğraşmaktan asla vazgeçmeyeceklerdir. Bitmek bilmez sohbetler yapılır bazı geceler, ateşi yüksek tartışmalar esnasında masaya yatırılır Marx’ın elyazması çevirileri. Marksist, sosyalist içerikli yayın yapmanın yasak olduğu yıllardır ama Politzer’in diyalektik materyalizmi anlatan “Felsefenin Temel İlkeleri” dolaşır bu toplantılarda elden ele. Yedek subay Oğuz çoğunlukla üniformasıyla gelmektedir toplantılara. Ankara’daki siyasi ortam onu çok etkilemiştir, herkesten daha heyecanlıdır. Büyük bir inanç, coşku ve içtenlikle sarılmıştır Marksist ideolojiye ve henüz 24 yaşındadır. “Ne Yapmalı” adını taşıyan bir metin kaleme alır o dönem. Birey sorunsalını, Marksist öğreti normları içinde elen alan metin sanılanın aksine, Lenin’in, Çernişevski’nin yazdıklarından farklıdır. Dünyayı değiştirmek niyetinde değildir Oğuz, bireyi değiştirmek ister sadece. “Ne Yapmalı”, ölümünün ardından bıraktıkları arasında bulunmaz ama Selim Işık şunları söyleyecektir “Ne Yapmalı”dan 10 yıl sonra: “Bana bugün ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak önce kendini düzeltmelisin diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.”

1960’lı yıllara geldiğimizde ülkedeki siyasi çıkmaz derinleşmiş, “Pazar Postası” beraberinde sol örgütlenmeyi değil, siyasi bir hayal kırıklığını getirmiştir. Bu demek olur ki, yeni bir sosyalist derginin kuruluşu şarttır. Bu işi üstlenenlerden biri Turhan Tükel, diğeri de Oğuz Atay olacaktır. Yeni dergi solcu çevreden kırk kişiyi toplar çevresine ilk safhada. Giderek kalabalıklaşacaklardır, bu bir aydın hareketidir ve solcu aydınlar bir kez daha büyük umutlarla bir dergi çevresinde toplanırlar. “Olaylar” dergisi, olaylı bir şekilde, gruptan birçok kopmanın ve verilen sözlerin gerçekleşmemesinin ardından dağılır. Yaşamında içtenlikle bağlandığı kimi değerleri sorgulamaya başlar Oğuz Atay, ülkesinin aydınına duyduğu güven sarsılır. Tüm bunlar olurken, sol çevreden kopmadığı ender isimlerden biridir Uğur Ünel. Oğuz Atay’ın ölümüne dek geçen 25 yıllık süre içinde, attıkları adımlar, paylaştıkları zevkler ve sıkıntılar hep ortaktır. Yıllar sonra üniversite döneminde tekrar karşılaşmışlar, yeniden başlayan dostlukları, altmışlı yılların başında iş ortaklığına dönüşmüştür. İkinci romanı “Tehlikeli Oyunlar”ı Uğur Ünel’in evinde yazar Oğuz.

Uğur Ünel, eşi Sevin Seydi ve müzisyen arkadaşları Özen’le birlikte klan adını verdikleri bir grup kurmuşlardır. Kendilerini burjuva düzeninden korumalarına yardım eden, istedikleri yaşamı kurmaya cesaretlendirecek bir gruptur klan. Sonraki yıllarda her ne yaşanırsa yaşansın, asla birbirlerine sırt çevirmemişler ve yaşamın getirdiklerine göğüs gererek klan’ın dağılmasına asla izin vermemişlerdir. 1971 yılında “Tutunamayanlar” yayımlandığında, romanın ilk sayfasını şöyle imzalar yazarı klan üyeleri Uğur ve Özen için; “Bu çılgın dünyada küçük topluluğumuzu korumak dileğiyle...”


Oğuz’u ilk eşi Fikriye ile tanıştıran yine Uğur olacaktır. Fikriye’nin Oğuz’dan 5 yaş büyük olması, birbirlerine aykırı mizaçlara sahip olmaları bile bu evliliğe mani değildir. Fakat gün geçtikçe, Fikriye’nin klan yaşantısına uyumsuzluğu, eve gelen eş dosta samimiyetsiz davranışları, sessiz bir savaşa dönüşür. Üstelik karşılıklı bir savaştır bu ve Oğuz karısıyla arkadaşlarının arasında kalır. Kızları Özge’nin doğumu bile bu savaşı ateşkesle bitirmeye yetmez, Oğuz kararını vermiştir. Boşanacaklardır. Toplum düzenin yapıtaşı sayılan evlilik kurumunu, toplum kurallarının dışında kalarak devam ettirmek güçtür çünkü. Klan üyelerinin tümünün ilk evlilikleri tıpkı Oğuz ve Fikriye gibi boşanmayla sonuçlanacaktır. Evinden ayrılırken yalnızca kitaplarını alır Oğuz Atay ve bir daha hiç görüşmezler Fikriye ile. “Tehlikeli Oyunlar”’da, Oğuz Atay’ın kurmaca dünyasında bu duygular roman kahramanın içinde yankılanır ve der ki, “ Ben suçluyum... Bir zamanlar seni sevmiştim. Ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım. Bu kalbin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. (...) ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana.

Fikriye’den ayrıldıktan sonra, babasının yanına geri döner, gençlik döneminde kaçmak için bin bir sebebi olduğu halde annesini üzmekten çekindiği için kalmaya devam ettiği evdedir artık ve yalnızdır. Annesi de vefat etmiştir. Onun için telaşlanacak, babasına ve belki dünyaya karşı onu savunacak tek kale de yoktur artık elinde. Ve o bunları yine yazarak anlatacaktır: “karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, ‘Geceleri eve geç geliyorsun’ gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. Oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım.”
Köktenci bir değişimin başlangıcı olur bu dönem Oğuz Atay için. Fikriye’den klana, evlilikten seçilmiş bir özgürlüğe, dayatılmış mesleği mühendislikten yazarlığa, Nişantaşı’ndan Beyoğlu’na geçiş olarak eser değişim rüzgârları. Eski yaşam biçiminden, kalın çizgilerle ayırmıştır kendini.

İstediği gibi yaşamak” zamanıdır artık. Kendini yeni baştan tanımaya, dayatılan ve beklenen şeylerden arınmış bir hayat kurmaya, çelişkilerinden kaçmadan, düzen tarafından kovalanmadan yaşamaya, böyle yaşayan karakterler yazmaya karar verir. Sakin adımlarla girer içine yazım dünyasının. Ve tek bir kişi vardır yanında, büyük aşkı Sevin Seydi. “Tehlikeli Oyunlar”ın kurmaca kişilerinden Bilge’ye yönelik şu sözlerde olduğu gibi, saklanmaz ve gerçek bir aşktır bu.“belki de bu satırların yazarından ve onun kafasını sürekli meşgul eden senden başka gerçek bir varlık yoktur ortada.”

Zor günlerdir her ikisi içinde, karanlık anılardır zihinlere kazınanlar. İyi bir dinleyiciye ihtiyaçları vardır, birbirlerini bulurlar. Yoğun bir suskunluk döneminin ardından koşarmış gibi yazmaya başlar Oğuz Atay. Tutunamayanlar’ı ve ardından yazdığı Tehlikeli Oyunlar’ı Sevin’e ithaf eder. Dinlemekten yorulmaz Sevin ama zamanla duyulamamaktan şikâyetçi olacaktır. Ve bir gün, “(...) beni bıraktılar, beni bıraktın. Soluk almak için güneşe çıktın.” der ve Londra’ya, güneşin hiç batmadığı ülkeye gider. Aşk ve acı dolu bir hikâyedir bu, bir romana yakışan türdendir belki de. Bu yüzden Sevin, Bilge’ye dönüşür kurmaca dünyada Hikmet terk edilişin ardından bir Dostoyevski kahramanı gibi bunalım yakarışlarıyla kalır, cevapsız sorularıyla. “Bilge gitti albayım. Biliyorum bir daha geri dönmez. Her şey benim yüzümden albayım. (...) beni neden bıraktın Bilge? Şimdi hiç dönmeyecek misin yani? Seni artık hiç göremeyecek miyim? İmkânsız mı?” Oğuz ise günlük tutmaya başlar, “bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. (...) kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Sevin’in bıraktığı boşluğu yazmakla doldurmaya çalışır bir dönem. Teknik üniversitedeki öğretmeni Mustafa İnan’ı anlattığı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı yayımlar ilk olarak. “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyununu tamamlar ve hikâyelerini “Korkuyu Beklerken”de toplar.

Sevin Seydi’nin ardından hayata tutunmaya çalıştığı dönemde çıkar karşısına ikinci eşi Pakize Kutlu. Yeni Ortam Gazetesi’nde eleştiri yazıları yazan genç bir kadındır Pakize ve bir söyleşi yapmak için buluşurlar Oğuz’la, bir daha ayrılmayacaklardır. Ta ki 1976 yazında yükselen ateş ve geçmeyen baş ağrıları Oğuz Atay’ın hayatına girene kadar. Aynı yılın aralık ayında beyin ameliyatı olması için Londra’ya giderler Pakize’yle. Sevin’in evinde misafir olacaklardır bu dönem esnasında. Ve hastanede geçirilen zamanlarda yine Sevin vardır, yine onun getirdiği deftere ondan geri kalanlar yazılır.

“ gene de sonunda sana tümüyle benzemekten korkuyorum babacığım; yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?”

12 Haziran 2009 Cuma

harikalar diyarı'nda kaybolan adam: lewis carroll


Hepimiz masallara inanmak isteriz değil mi? Bizler; eski ve yenidünya insanları, büyük ve küçük insanlar. Hangimiz sıradan hayatımızın düzlüğünde, ayaklarımızın ucunda kocaman ve ışıltılı bir kapı açılsa bunu reddetmeyi aklından bile geçirmeden minik bir adım atma cesaretine sahip ki... “Cesur olmak” elbette biz büyükler için çok daha zor. Ama ya çocuklar... Masalları uykunun başlangıcı, rüyaya atılan ilk adım olarak algılayan, anlayan, “sanan” çocuklar böyle mi?

Masal dinleyen bir çocuğun gözlerine bakmayı deneyin. O olağanüstü parlaklığı, bizlerin çoktan kaybettiği “ya sonra neler olacak?” merakını, cümle bitip sona gelindiğinde o iç burkan yutkunmayı göreceksiniz. Eşsiz hayal gücünün gerçek dünyanın karanlığına yenildiği o yazık an!

Ve çocuklara masal anlatma telaşıyla yola çıkan bir adam; Charles Ludwidge Dodgson. Tanıdığımız ismiyle, Lewis Carroll. Gerçek dünyanın o katı ve değişmez hakikatinden sıyrılmaya çalışan bir deha –kimilerine göre bir deli belki-. Hastalıklı bir matematikçi, delice tutkuları olan bir fotoğrafçı, saf yanı hala canlı bir papaz, anagram ustası bir mantıkçı, sınırları zorlayan masalların yaratıcısı, yazar ve şair.

Alice Harikalar Diyarında’yı yazacak olan kalemin sahibi dünyaya geldiğinde yıl 1832’ydi. İngiltere’nin Daresbury kasabasında bir din adamının çocuğu olarak açtı dünyaya gözlerini, üç kardeşin en büyüğüydü. Rahip ya da asker olmak Carrell Ailesinde tarihi bir gelenekti sanki. Ve bu geleneksel işten şaşmayarak Lewis Carroll’da rahip olması için yetiştirildi. Fakat 20’li yaşlarının ortalarında din eğitimini yarıda bırakarak matematiğe ve edebiyata yöneldi. Bu değişim sadece seçeceği meslekte değildi üstelik işini ve adını da değiştirmeyi koymuştu kafasına. Ve yeni ismini Latinceden devşirilmiş bir yolla, bir kelime oyunuyla bulmuştu.

lutwidge > ludovicus > lewis
charles > carolus > carroll

Rahip olamayacak kadar çok bağlıydı dünyevî zevklere belki, belki de tanrı’yla anlaştığından çok daha iyi anlaşıyordu, rakamlarla, paradokslarla, sözcüklerle. Gördüğü ve başa çıkabildiği her şeyle tanrıdan daha iyiydi arası. Gençti, başarılıydı ve yalnızdı. Ve Lewis Carroll olarak ilk şiirini yayınladığında sadece 23’ündeydi.

Çok küçük yaşlarda başlamıştı hikâye ve şiir yazmaya. Çünkü yazarken rahat olurdu insan. Özgürce, dilediğince, sicim gibi uzayan satırlarla ve her şeyden önemlisi “kolayca” anlatabilirdi hissettiklerini. İnsan, yazarken kekelemezdi ki... Kendisinde başa çıkamadığı tek kusurdu bu. Bir türlü tek nefeste anlatamıyordu istediklerini. Uzun yıllar bu yüzden hep uzak durdu insanlardan. En sonunda kekeme ama işe yarar bir roman kahramanı yaptı kendini. Dodgson, kekeme olarak söylendiğinde “dodo” diye dile geliyordu, o da kendi adından bir kuş yarattı sonunda. Alice’in hikâyelerinin içinde, ona yol gösteren, yardım eden kekeme kuş yazarın ta kendisiydi aslında.

Ve 1861 yılında Oxford Koleji'nden dereceyle mezun oldu, ardından matematik alanında doçentlik unvanı aldı. Eğer hayatımızda “kırılma noktası” dedikleri şey varsa, Lewis Carroll için bu Christ Church Collage’de çalışmaya başladığı andı. Okul müdürünün kızı, harikalar diyarının kahramanı Alice Liddle ile ilk kez burada tanıştı.
Okulun bahçesinde, tahta bir sandalye de yerden yüksekte kalan ayaklarını sallayarak oturan ve gözlerini yere dikmiş bir kız vardı. Ve efsane o ki; bu küçük kızın dalgın bakışlarından ilham alan Carroll, Harikalar Diyarı’na böyle adım attı. Başka bir efsaneye göre, Lewis çocukların fotoğraflarını çekmekten büyük keyif alan bir adamdı. Ve onların fotoğraflarında masum birkaç kare yakalayabilmek için yarattı Harikalar Diyarı’nı. Çocuklara olmayan ülkeler anlatıyor ve onları beyaz bir tavşan vasıtasıyla yolculuğa davet ediyordu. Masalları dinleyen çocuklarsa, dalgın bakışlarla bakıyorlardı deklanşörün ardındaki yüze.

21.yy’da bizler, bu kitabın yazılış amacının ne olduğunu asla bilemeyeceğiz. Tıpkı Lewis Carroll’un günlüklerinde kendine neden “günahkâr” dediğini bilemediğimiz gibi.

İlk kez 1865 yılında yayımlandı bu giz dolu hikâye. İlk cümlesinde Alice’in dediği gibi, “Resimsiz, konuşmasız bir kitap neye yarardı ki?” işte bu yüzden iki bin adet yapılan ilk baskıyı dönemin ünlü ressamlarından biri resimlemişti. Fakat daha sonra ressamın ricası üzerine bu ilk baskı rafa kaldırıldı. Bu basımdan elimize yalnızca yirmi bir tane ulaşması bu ilk baskıyı 19.yy’ın en az bulunan kitapları arasına soktu. 1866 yılında yapılan yeni baskı ise kısa zamanda tükendi. Alice Harikalar Diyarında’yı ilk okuyanlar arasında Kraliçe Viktorya ve Oscar Wilde da bulunuyordu.

İçten içe beklediği ama ummadığı büyük bir başarı yakalayan Carroll, Alice’in maceralarının ikincisini kaleme aldı ve Harikalar Diyarı’nın devamı niteliğinde olan yeni bir sihirli hikâye yarattı: Alice Aynanın İçinde. Bir matematikçinin küçük bir kıza matematiği, sayıları, rakamları sevdirmek için yazmaya başladığı bu eser, eğer Alice Liddell ısrar etmeseydi gizli saklı kalacaktı. Bizler, yani Harikalar Diyarı’na sadece dışardan bakanlar tarafından okunup sevilemeyecekti. İç içe geçmiş aynalar arasında, tıpkı öykünün kendisi gibi sonsuzluğa doğru uzayıp gidecek ama yine de bilinmez kalacaktı.

İlk basımın ardından bir buçuk asır geçmiş olmasına rağmen, “varolmayan ülke” varlığını korumaya ve ardında bıraktığı cevapsız sorularla on binlerce okurunun kafasında soru işaretleri yaratmaya devam etti. Kimi zaman insanları beyazperdeye mıhlayan, gişe rekorları kıran bir filmde gösterdi kendini. The Matrix’de “follow the white rabbit”i hatırlayın, kimi zaman da, milyonlarca insanın hayranlığını kazanmış müzik gruplarının notalara döktüğü sözlere ilham kaynağı oldu. The Beatles’ın “Lucy in the Sky with Diamonds”ı yahut Travis’in “Humpty Dumpty Love Song”unda olduğu gibi.

Öldüğünde İngiltere’nin en ünlü ve en sevilen çocuk kitabının yazarı olan Lewis Carroll’ın iç dünyasını anlamak, yarattığı diyara adım atmasını sağlayan magic mushroom’u kavramak, bitmek tükenmek bilmez baş ağrılarına şifa niyetine ne kullandığını bilmek, bazılarının dediği gibi otuz iki yaşındayken on bir yaşındaki Alice’e evlenme teklif etmiş olabileceğinin doğruluna inanmak, neden sadece çocukların yanında kekelemediğini tahmin etmek gerçekten de çok zor. Ve belki de imkânsız. 1853 yılından 1863 yılına kadar kayıp olan günlüklerinden gün yüzüne çıkanlarının bazılarında kendisini tanımlamak için dediği gibi ya bir “günahkâr”dı ya da klasikleşmiş bir masal olan Peter Pan’ın yazarı James Berrie gibi sadece çocuklarda bulabiliyordu o eşsiz huzuru, sakinliği ve saflığı. Ancak bir çocuğun yanındayken temize çekebiliyordu içini, ancak öyle anlatabiliyordu kendini.

Harikalar diyarı’nı yaratmasına her ne sebep olduysa, biz bunu bilemesek bile, yeryüzündeki tüm çocukların büyülü bir gerçekliğe inanmasını sağladı o. İki kere ikinin dört etmediği, yemeklerin içinden kıl çıkmadığı, var olmanın sanıldığı kadar sancılı olmadığı, zamanın durduğu ( Alice, Şapkacı ve Mart Tavşanı’nın beş çayını hatırlayın), iskambil kâğıtları ve hayvanların konuşmayı ve gülmeyi becerebildiği bir masal yarattı...
Bu yazının sonuna geldiyseniz tüm önyargılarınızdan sıyrılıp şimdi okuduklarınızı hayal edin lütfen:
Günün birinde bir adam; sizi de dünyanızın tüm karanlıklarından alıkoysa, yorgunluklarınızı ve uykunuzu ödünç alsa, içinizdeki “merak” fitilini beyaz bir tavşanın “Eyvah, eyvah! Çok gecikiyorum!” cümlesiyle ateşlese... Kısa bir anlığına bile olsa siz de o beyaz tavşan gibi bir şeylere geç kaldığınızı düşünmez misiniz?. Kırmızı gözlü, şık kıyafetli o beyaz tavşanın ardı sıra yakalama fırsatı bulduğunuz yeni hayatınızın bilinmezliğine ilk adımınızı atmaz mıydınız?
Tıpkı bir çocuk gibi masallara inansaydınız; belirsizlik, tanımsızlık, harika ülkenin tekinsizliği ya da en basitinden konuşan bir tavşan sizi peşinden koşmaya davet etmez miydi?

Meraklarından ve şaşkınlıklarından sıyrılmış büyük bir adam olarak takipsizlik kararı mı alırdınız? Yoksa gözlerinizi, hislerinizi ve güm güm çarpan kalbinizi de yanınıza alarak iz sürmeye, büyüyüp küçülmeye, iç geçirmeye dair bir hikâyeye kahraman mı olurdunuz?

Sizin de kafanız birazcık karıştı değil mi?

paul auster ya da yanılsamaların yazarı



Hayata, aşka, tanrı’ya, sonsuzluğa hepimiz kadar, tesadüflere ve şansa hepimizden fazla inanmıştı o. Bu yüzdendi işte; her kitabında umutsuzluğa karşı savaş başlatması. Tabloları şaheser, romanları okunabilir yapan, hayatı yaşanılır kılan buydu; içinde herkesin görmeyeceği inceliklerin, oyunların olması. Hayatın dönülmez yollarını, en zor zamanlarda karşımıza çıkan büyülü insanları, köşeyi döndüğümüzde göz göze gelme ihtimalimiz olan aşkı, unutamadığımız, takılı kaldığımız o an’ları anlattı tüm yazdıklarında.

Hepimiz gibi bir hayatı vardı oysa. Okuldan nefret ediyor, her fırsatta kaçmayı deniyor, kendi ayakları üzerinde durmayı hayal ediyor ve çoğu zaman para yüzünden çıkan aile kavgalarının yatıştırıcısı oluyordu. Onu bizlerden ayıran en büyük fark; yaşı büyüdükçe artan pervasızlığıydı.

Henüz lise öğrencisiyken, ne iş olsa yaparım modelini benimsemişti. Kar yağdığında elinde kürekle bahçeleri temizliyor, ekim ayıyla birlikte garajları boyuyor, bahçeleri düzenliyor ve ufak paralar kazanıyordu. “Tam ana babama uygun bir çocuktum ve onların yaşamını biçimlendiren ilkeleri irdelemek gereğini duymazdım. Son söz paranındı ve onun sesine kulak verip dediklerini yaptığınız ölçüde, yaşamın dilini öğrenmiş olurdunuz.

On altı yaşındayken garsonluk yapmaya başlamış, ertesi yaz beyaz eşya dükkânında bir iş bulmuştu kendine. Tepsi taşımak, kirli tabakları yıkamak, klima cihazı takmak ya da on beş metre uzunluğundaki treylerden buzdolabı indirmek... Bu iki iş arasında hiçbir fark yoktu. İkisi de kol gücüne dayanan, fazla düşünmeyi gerektirmeyen basit işlerdi. O sıralarda karar verdi yazı yazmaya, yazmadan var olamayacağını o sıralarda anladı. Para kazanmak peşinde değildi. Çünkü biliyordu ki; yazar olmak, doktor ya da polis olmak gibi bir ‘meslek seçimi’ değildi. Yazarlıkta seçmekten çok seçilmiş olurdun ve başka bir işe yaramayacağın gerçeğini de bir kez kabullenince, ömrünün sonuna kadar uzun, çetin bir yolda yürümeye hazırlıklı olman gerekirdi.

İlahların gözdesi olmadığın müddetçe, kiranı ve faturalarını ödemek için, hiç değilse açlıktan ölmemek için farklı işler yapmalıydın. Bu hayatta kalmanı ve boş zamanlarında yazmanı sağlardı. Yazarların çoğunun çifte yaşam sürdüğünü o da biliyordu. Louis Ferdinand Céline doktordu, sabahın kör karanlığında ya da gece geç vakitlerde yazma şansı oluyordu, T.S. Eliot bankerlik yapıyordu, Salman Rüşdi yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştı. Para kazanmak için yapmaları gereken işleri yapıyor, sadece kendileri için, istedikleri için yazıyorlardı. Auster’in sorunu ise tam bu noktada başlıyordu; o diğerleri gibi çifte yaşam sürmek istemiyordu. Kurulu bir düzen, sabah akşam kart basmak, bir yerlere gitmek zorunluluğu ona fazla ağır geliyordu. Henüz yirmilerindeydi ve durmuş oturmuş bir yaşam için fazla genç buluyordu kendini.

Alışveriş delisi bir anne, ekonomik krizi yaşamış, eli sıkı bir baba... Auster’ın dünyasında iki yaşam tarzı, iki dünya görüşü, iki ahlak felsefesi sürekli çekişme içindeydi ve O bu dünyanın tam ortasında tüm umarsızlığıyla bir hayat kurmaya karar vermiş, anne ve babasının boşanmayla son bulan evlilikleri onu bağımsız kılmış, artık bir evi olmadığını düşünerek, hayal ettiklerini gerçekleştirmesini sağlamıştı. Onun bir şeyi, bir yerleri terk ettiği yoktu, gittiği takdirde geri döneceği bir evi bile kalmamıştı artık. Yapılacak tek şey çekip gitmekti.

Lise bitirme törenine bile katılmamıştı. Sınıf arkadaşlarının kep atıp, diplomalarını aldıklarını sırada Auster, Atlantik’in karşı yakasına geçmişti bile. New York’tan kalkacak olan bir öğrenci gemisinde yer bulmuş, biriktirdiği paraları da yanına alarak günde beş dolara Avrupa seyahati planlamıştı kendine. İki buçuk ay boyunca sürekli gezdi, ilk durağı Paris’ti. Sonra İtalya, İspanya ve en son durak İrlanda. Dublin’e gidişinin tek bir sebebi vardı; James Joyce ve Ulysses merakı. Hayat Dublin’de sadece birkaç eylemle sınırlıydı; sessiz kalmak, okumak, uzun yürüyüşler yapmak ve yazmak. “yıllar boyunca ne zaman yatağa girip gözlerimi yumsam, kendimi yeniden Dublin’de buluyorum. Yavaş yavaş içim geçmeye başladığında nedendir bilinmez kendimi hep o sokaklarda yürürken görüyorum. Oralarda başıma önemli bir şey gelmiş olmalıydı, ama ne olduğunu hiç kestiremiyordum. Korkunç bir şey olmalıydı; belki de o günlerin yalnızlığı içinde kendi içimdeki karanlığa bakmış, kendi derinliklerimle karşılaşmış ve kendimi ilk kez görmüştüm.”
Döndüğün de hayat kaldığı yerden devam etmeyecektir artık Auster için. Columbia Üniversitesi’ne kaydını yaptırır ilk iş olarak, yaşadıkları fazlasıyla değiştirmiştir onu. “Dünya gerçekleri”nden kaldırdığı kafasını kitaplara gömmüştür. Beyni tutuşmuş gibi, hayat memat sorunuymuş gibi okur. Vietnam Savaşı’nı sorgulamaya, Amerika’nın vaat ettiği özgürlük ve eşitlik’i aramaya başlamıştır. Marjinal bir hayatı göze alarak yazmaya devam etmeye kararlıdır. Gel geç işlerde çalışarak kendi parasını da kazanıyordur üstelik.
Üniversite ikinci sınıfta, bir yayınevi, eğitici filmlere söz yazması için onu işe alır. Şimdiye dek kazandıklarından çok daha iyi para getirecek bir iştir bu. Yirmi-otuz dakikalık filmlere söz yazacak, ders esnasında bu filmi seyreden çocukların konuyu daha iyi anlamalarına yardımcı olacaktır. “Hükümete Giriş” adlı filmi izlemeye başlar. “film başladıktan iki-üç dakika sonra beni irkilten bir söze rastladım. Metinde demokrasi fikrini ilk kez yunanlıların icat ettiği söyleniyordu ve görüntüde de togalar içinde birtakım sakallı adamların resmi vardı. Buraya kadar bir şey yoktu ama konuşma Amerika’nın demokrasiyle yönetildiğini belirterek sürüyordu.” Filmde bas baya bir yanlışlık vardır, Amerika demokrasiyle değil, cumhuriyetle yönetilmektedir ve iki kavram arasında da büyük farklar vardır. “Gerçek demokraside herkes oy kullanır. Oysa biz, bizim yerimize oy kullansınlar diye temsilciler seçiyoruz. Bu kötüdür demiyorum. Gerçek demokrasi tehlikeli olabilir. Azınlığında haklarının korunması gerekir, cumhuriyet bize bunu sağlar. Bütün bunlar Federal Yasalarda yer alıyor. Hükümet, çoğunluğun diktasına karşı koruyucu önlemler alır. Çocukların bunu bilmeleri, öğrenmeleri gerek.
İşe başladıktan yirmi dakika sonra kapı dışarı edilir, yayınevi işini kaybettiği ve paraya ihtiyacı olduğu için bir otelde bahçıvanlık yapmaya başlar. Bir odaya tıkılmaktan, düşünmekten alıkoyulmaktansa kol gücüyle para kazanmayı tercih etmiştir bir kez daha.
Bir sonra ki yaz, 1967’de üniversitenin yabancı ülkede okuma programına kaydolarak Paris’e gitmiştir. Paris o eski Paris’tir ama Auster yine uyumsuzdur zamana ve mekana, yeni bir dünyanın kapısında, yaşamı alt üst olmuştur yine. Öğrenim programı büyük bir düş kırıklığıdır. İstediği her konferansa gitmeyi, her derse girebilme özgürlüğü olduğunu düşünerek Paris’e gelmiştir, karşılaştığı tek şey ise ona dayatılan Fransızca gramer dersleridir. Çok iyi bildiği Fransızcayı neden sil baştan yeniden öğrenmeye zorlandığını anlayamaz bir türlü. Peki der, eğer kurallar böyleyse ben vazgeçiyorum, programı da bırakıyorum, üniversiteyi de bırakıyorum.
Yaptığı apaçık deliliktir. Vietnam Savaşı’nın devam ettiği günlerde okulu bırakıp öğrencilikten el ayak çekmesi, cephede soluğu alması demektir. Savaş karşıtı birinin cepheye gönderilmesi ise trajik bir hikâye olabilir ancak. Askerlik hizmetine karşı çıkmayı, gerekirse tutuklanmayı ama asla savaşa katılmayacağını söyler ailesine. Bu kategorik bir karar, değişmez mutlak bir tavırdır. Gelecekte yazacağı kahramanlar gibi yaşamaya başlamıştır Paul Auster. Bilir ki, yaşamın kontrolü ellerinde değildir, ani kararlar vardır hayatta, fazla soru sormak çare değildir çoğu zaman ve insanın ellerinde tuttuğu tek bir hazine vardır; geleceğe dair habersizliğimiz.
Okuldan ayrıldığı aylar boyunca tıpkı Dublin’deymişçesine yaşar. Uzun yürüyüşler, odalara kapanıp kitap okumalar ve saatler süren yazım çalışmaları. Bu dönem canını sıkan tek bir şey vardır, sinema biletlerini öğrencilik günlerindi ki gibi ucuza satın alamayışı. Gün içinde o kadar çok film seyreder ki, yönetmen olmaya heves edecek kadar ilgilenmiştir sinemayla.
Öğrenci kimliğini reddedişi çok uzun sürmez, ailesinin ısrarı üzerine dekanla konuşur ve geri döner üniversiteye. Fransızcadan çeviriler yapmaya, film ve kitap eleştiri yazmaya başlar. Yazdıkları gazete köşelerinde küçük ve dikkat çekmeyen yerlere atılsa da yayınlanma şansı bulmuştur. Ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmiştir bir nevi, fakat nasıl koşacağını henüz bilemiyordur.
Takma isimlerle şiirler, sipariş üzerine yazılar yazıyor, öğleden sonraları Fransızca dersler veriyor, ünlü yazarların kitaplarını düzeltiyor, nerdeyse önüne çıkan her işi kabul ediyordu. Tek bir hedefi vardı; otuz yaşına kadar kendisini geçindirecek kadar parayı biriktirmek. Porno kitaplar yayınlayan bir yayınevi için açık saçık şeyler yazmaya bile razı oldu, ne de olsa kitap başına bin beş yüz dolar vereceklerdi. Yirmi-otuz sayfa yazdıktan sonra yapamayacağını anladı, onun yerine öğrencileri hedefleyen uyduruk bir dergiye kitap eleştirileri yazmaya devam etti. “yaşamım, ancak ve ancak kendi silahlarıma tutunup boyun eğmeyi reddetsem iyi olacaktı. Sanat kutsaldı ve sanatın çağrısına ayak uydurup ilerlemek demek, senden istenen her özveriyi yerine getirmek, ne olursa olsun amacının saflığından dönmemek demekti.”
Bir kez daha kaçmak zamanıydı şimdi. Karadan çıkmak ve insanlardan uzaklaşmak olabildiğince, alabildiğince görünmez bir ülkeye gitmek. Amerika’nın en yaşlı filolarından birinde tayfa olmuştu, yeni bir hayatın kapısındaydı bir kez daha. Ne aradığını, neyi kanıtlamaya çalıştığını bilmiyordu. Belki ayakları üzerinde durup duramayacağını anlamak içindi tüm bu vazgeçiş, belki de tekdüzelikten kurtulmaktı istediği. Sebep ne olursa olsun milyonlarca işçiden biriydi, sayısız böceğin yanında çalışan bir başka böcek olarak görüyordu kendini. Bunca yıldır karşı çıktığı amerikan kapitalizminin; o öğütücü çarkın bir parçasıydı artık. Bir kâbusun içindeydi, sanki bu rahatsız uykudan uyanacak ve anlatmaya başlayacaktı gördüklerini. Öyle de oldu aslında. Yıllar sonra karaya ayak bastığında; sanki kaçmamıştım, birden bire bir sirkin içinde buldum kendimi diyecekti. Onlarca insanla karşılaşmıştı; hastalar, yaşlılar, ayyaşlar, bir anda tüm servetlerini kaybeden beş parasız patronlar, aşklarını kaybeden biçareler, yeteneklerini yitiren yazarlar, eksik çıkan vicdan muhasebeleri...

Önemsiz ama ilginç bir rastlantıyla/rastlantılarla değişen bir hayattı onunki. Tıpkı romanlarında ki gibi, yazdıkları gibi. Bir kadın köşeyi döner, bir köpek sahibini kaybeder, adamın karısı ölür, mavi bir deftere yazı yazılır, bir bomba patlar ve gecenin yarısı telefon çalar...

Yıllar sonra bir adam karaya ayak basar...


Şiir yazmaktan vazgeçer ve 1982’de ilk kitabı Yalnızlığın Keşfi yayınlanır. Amerikan edebiyatında adının çok yükseklerde yazılmasını sağlamasa da, Paul Auster tanınan bir yazardır artık. New York Üçlemesi on yedi kez reddedilmiş olsa da, on sekizinci denemeden sonra küçük bir yayınevi tarafından yayımlanır. Bundan böyle Amerika’nın en iyi yazarlarından biri olarak sayısız roman, hikâye, deneme ve senaryonun altına imzasını atar.



Yirminci yüzyılın en güzel masal anlatan adamıdır artık. Kişinin en büyük mucizesi unutmak değil, hatırlamaktır Auster’a göre. Hatırlamak, hatıralarla yüzleşmek, kendinle karşılaşmak, kültürel değerleri yıkmak ve başka bir gerçeklik yaratmaktır asıl olan.

Hayat an’lardan ibarettir, zaman dayatılan bir yalandır sadece. Hayatımız, unutamadığımız o an’ların toplamıdır. Onca romandan, onca yalan zamandan kalan, anlara sıkışmış cümlelerdir, sahipsiz hikâyelerdir belki de...

Geldiğimiz şu an’da siz bir Paul Auster kahramanı olsaydınız, hangi o an’dan başlardınız hayatınızı yeniden yaşamaya?
Related Posts with Thumbnails