13 Haziran 2009 Cumartesi

diskonnektus erektus


Canım insanlar! diye başlayan yarı ironik yarı gerçek bir hayat onunki… Herkesin yaşamaya cesaret edemeyeceği türden... Çelişkilerle dolu ama net bir o kadar, karamsarlıklar var yer yer ama parlak, sıkılgan haller, zor bir tebessüm çoğu zaman yüzünde...Hani hepimizin aşina olduğu o siyah beyaz fotoğrafı... Birini yolcu etmiş gibi gözleri, sol eli yüzünün yarısını kapatmış... Hani geri dönse bile giden, eksik kalacak diğer yanı, gözükmeyecek, göstermeyecek kendini… Yazacak ama... Selim olacak anlattıklarında, Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet’i olacak. Birden fazla ses konuşacak içinde, hepsiyle hesaplaşacak teker teker, kaçmadan, bıkmadan. Beceremediği evlilik hayatını, orta düzen bir adam olamayışını, her şeyi bir düzene koyması gerektiği halde koyamayışını oynayacak hikmetler ordusu, babasına yazdığı mektupta açık edecek yılların gizini, “sevgili babacığım, belki sen hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor” diye başlayacak satırları. Yaşadıklarını yazacak hep, isimler değişecek, harfler değişecek ama aynı kalacak yaşananlar; biraz hayata biraz kendine yakın tutarak anlatacak Tutunamayanlar’ın hikâyelerini.

“Hep mi zordu hayat onun için? Ne zaman ayrıntılarda takılı kalıp şuur zamanına hapsetti kendini? Nasıl başardı hiçbir şeyi unutmamayı ve hayatının sonuna kadar her olaydan rahatsız olmayı?”


Babası Cemil Atay’ın aksine köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyümüştür o. Ankara’ya, babasının milletvekilliği yaptığı döneme rastlar çocukluğu. Haşarı, vurdumduymaz bir çocuk olmamıştır hiç. Yakın çevresi normal dışı bir çocukluk geçirdiğini söyler durur. Odasına kapanıp kitap okur, çocuk dergileri ve gazete sayfalarını karıştırır. Beğendiği yerleri ezberler hatta. Belki de bu yüzden anormal olarak yorumlanır. Yıldız Ecevit’inde vurguladığı gibi Selim ve Oğuz Atay birbirinin içinde gibidir çünkü Selim’de kendi çocukluğunu şöyle açıklar: “onlara göre durmadan kitap okuduğum (...) ve misafirlerin yanına çıkmadığım (...) ve gereken yerde gereken kelimeyi bulamadığım için (...) anormaldim.”

Bir mecburiyettir belki de yaptıkları, yaşamının ilk yıllarında zatürree olarak tahmin edilen ağır bir hastalık geçirmiş, her daim annesinin gözetiminde olmuş, sırtındaki fanila saat başı değiştirilmiş ve asla koşup terlemesine izin verilmemiştir.

Evde oynanan tek bir oyun vardır. İlkokul öğretmeni Muazzez Hanım oğluyla bıkıp usanmadan kelime bulma oyunu oynar. Farsça ve Arapça kelimelerin anlamları ve fiil çekimleri çalışılır. Basit kurallarla başlayan bu küçük oyun bir zaman sonra, yabancı dillerdeki kelimelerin yapılarını incelemeye dek gider.
5 yaşında okumayı öğrenir Oğuz Atay. Evlerinin yakınında ki Devrim İlkokulu’nda eğitim hayatına ilk adımını atar. Okumayı bildiği için, 2. sınıftan başlayacaktır derslere. Aynı yıl kız kardeşi Okşan doğar. Öğretmeni bir gün derste, “kardeşini kıskanan var mı?” dediğinde sınıfta tek bir parmak havadadır... Hiç çekinmeden parmağını kaldırmıştır Oğuz, evde de annesine “bu bohçayı nerden aldıysan oraya bırak” der durur. Doğduğunda kız kardeşine bohça deyişi, büyüdükleri dönemde de devam edecek ve hep espri konusu olacaktır.

Okumak çok keyiflidir ama, okuldan aynı keyfi almak nerdeyse imkânsızdır. Monoton geçen ders saatleri, ezberlenmeye zorlanan bilgiler, körleştiren bir eğitim anlayışı... “ben okul hayatımda güzel bir sınıf, zevkli bir okul binası, iç açıcı bir bahçe görmedim. (...) öğretmen kürsüsünün ön tahtasında, kadın öğretmenlerin bacaklarına, kalem düşürmek bahanesiyle bakabilmek için açılmış koca bir delik. Perdesiz büyük pencereler, yaldız boyası dökülmüş bir soba (...)” diye anlatacaktır Selim Işık okul yıllarını.
Lise dönemi çok daha renkli geçer diğer zamanların aksine. Kendisinden birkaç yaş büyük kuzenleri Füruzan’ın etkisiyle müziğe ilgi duymaya başlarlar Oğuz ve kardeşi Okşan. Eve piyano alınması konusunda Cemil Bey’e yapılan ısrarlar, bir mandolin alınmasıyla son bulur. Müzik dersleri için gelen öğretmen sadece Okşan’la ilgilenmiş, Oğuz ise mandolin çalmayı kendi başına öğrenmiştir. Dönemin popüler şarkılarının hepsini notasız, pratik olarak çalmaya başlar artık. Diğer sanat dallarıyla da yakından ilgilenen Oğuz, kitap okumaktan asla vazgeçmemiş, bu dönemlerde kitaplarla daha yakın ilişkiler kurmuştur. Başucu yazarı her daim Dostoyevski olmuş, Rus Edebiyatına olan bağlılığını asla yitirmemiştir. Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac”’ının, Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in Portresi”nin soluk soluğa okunduğu ama kalıcı olmadığı yıllardır bunlar. Selim’in “benim incilim” dediği kitap ise, yine bir Rus klasiği, Gorki’nin kaleme aldığı “Benim Üniversitelerim” olacaktır.


Lise yıllarında çizim yapmaya başlar Oğuz Atay. 1950–1951 yıllarında yayımlanan Meşale yıllığında karikatürleri yayınlanır. Ressam olmaya karar verecek kadar sevmiştir bir şeyler çizmeyi o dönem. Okulda resim dersine gelen öğretmeni Eşref Üren’in yüreklendirmesiyle akademiye gitmeye hazırlanır. Gerçekleştirilemeyecek bir plan olarak kalır akademi hevesi. Para kazanabileceği, yaşamdaki duruşunu sağlamlaştıracak bir meslek seçmesi istenmiştir ailesi tarafından. “üç çeşit meslek varmış; mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.”

Ve sonunda ne müzisyen, ne de ressam olarak bulur Oğuz kendini. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin sınavına girmiş, başvuru listesine birinci seçenek olarak inşaat mühendisliğini, ardından da mimarlık fakültesini yazmıştır. O yıl inşaat bölümüne giren 105 öğrenciden biri olur. Oğuz’un sınavı kazanmasıyla Ankara’dan İstanbul’a taşınır Atay ailesi. Babasının saydığı üç meslekten ilkidir mühendislik. Cemil Bey’e göre bu meslek oğluna, hayata karşı sağlam bir duruş, çok para belki, bir o kadar da ciddiyet kazandıracaktır. Ama yıllar sonra, yaşananları gözden geçirdiğinde Oğuz Atay“biliyorsun seninle çok çatışırdım, kapıları filân vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: Bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde ‘bu çocuk kitap yüzü açmıyor,’ diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları” yazacaktır hiçbir şeyi unutmadığını ispatlamak istercesine.
Onu ayakta tutan, kafa karışıklarını gideren ve hayatı yaşanılır kılan ender şeylerden biri, hiç aksatmadan yaptığı alışkanlığı devam eder üniversite yıllarında da. 1955- 1956 “Arı” yıllığında, “mühendis olmasalardı ne olurlardı?” sorusu Oğuz Atay için “filozof” diye yanıtlanır. Sürekli okur; edebiyat, felsefe, sanat tarihi, psikoloji, tarih... Ve önceliği yavaş yavaş ekonomi kitapları almaya başlar. “sağlam bir Marxçı” olarak adlandırılmaya başlayacağı yılların temellerini atar Oğuz; sol ideolojiyle yakınlaştığı dönemdedir artık. Hegel, Marx ve Lenin’in kitaplarıyla tanışır. Babasıyla da sağlam tartışmaların eşiğine geldiği bir dönemdir. Şiir sevmeyen, roman okumaya yabancı, resmi ciddiye almayan, müziği gürültü olarak yorumlayan bir babanın oğludur Oğuz. Yaşamı boyunca babasının hep karşısında durmuştur, onun değer ölçütlerinin zıttında yer alır. Sevdiklerini ve kızdıklarını babası belirler aslında. Cemil Bey neyi sevmiyorsa, Oğuz ona ilgi duyar. “birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime.”

Derslere devam etmemesine, üniversitenin renkli hayatına kapılmasına, mühendislik dışında geniş ilgi alanlarına zaman ayırmasına karşın sadece bir dönem uzatacaktır okulu. Mezun olduğu yıl, bir mühendislik firmasında işe başlar ve ayrı bir eve çıkma teşebbüsünde bulunur. Baba baskısından uzakta, özgürce yaşabileceği bir mekân arar kendine. Mimar bir arkadaşıyla, yıllar sonra Mimar Sinan Üniversitesi’nin ilk rektörü olacak Orhan Şahinler’le Beyoğlu’nun ara sokaklarında küçük bir daire tutarlar. Ortak sanat zevklerini paylaştıkları arkadaşlarıyla saatler süren konuşmalar yaparlar. Edebiyat, sinema, sanat felsefesi en önemli sohbet konularıdır. Bu başına buyrukçu hayat sadece 6 ay sürer. Bir gün aniden taşınmaya karar verir Oğuz. Bunun nedenlerinden biri, karşı giriş katındaki ayakkabı dükkânında boyaların alev alması sonucu yangın çıkmasıdır. Bu olay Oğuz Atay’ı ürkütmüştür fakat asıl neden çalıştığı mühendislik firmasından ayrılmasıyla yaşanması muhtemel ekonomik sıkıntıdır.

Üniversite mezuniyetinin ardından, askerlik hayatı başlar. Askerliğinin ilk altı ayını İstanbul’da, geri kalan dönemini ise Ankara’da yedek subay olarak tamamlar. Yeni bir çevre edinir Oğuz ilk olarak. Geneli İstanbul’daki solcu tanıdıkların uzantısı olsa da İstanbul’un aksine, Ankara’da ki Pazar Postası grubu çok daha heyecanlı gelir Oğuz Atay’a. Solun sindirildiği yıllarda, sosyalizmin sakınımlı da olsa tartışıldığı ilk yayın organlarından biridir Pazar Postası. Bu derginin etrafında birleşen gençler için, solun örgütlenmesi zor bir ihtimal gibi dursa da, bunun gerçekleşmesi için çalışmaktan, uğraşmaktan asla vazgeçmeyeceklerdir. Bitmek bilmez sohbetler yapılır bazı geceler, ateşi yüksek tartışmalar esnasında masaya yatırılır Marx’ın elyazması çevirileri. Marksist, sosyalist içerikli yayın yapmanın yasak olduğu yıllardır ama Politzer’in diyalektik materyalizmi anlatan “Felsefenin Temel İlkeleri” dolaşır bu toplantılarda elden ele. Yedek subay Oğuz çoğunlukla üniformasıyla gelmektedir toplantılara. Ankara’daki siyasi ortam onu çok etkilemiştir, herkesten daha heyecanlıdır. Büyük bir inanç, coşku ve içtenlikle sarılmıştır Marksist ideolojiye ve henüz 24 yaşındadır. “Ne Yapmalı” adını taşıyan bir metin kaleme alır o dönem. Birey sorunsalını, Marksist öğreti normları içinde elen alan metin sanılanın aksine, Lenin’in, Çernişevski’nin yazdıklarından farklıdır. Dünyayı değiştirmek niyetinde değildir Oğuz, bireyi değiştirmek ister sadece. “Ne Yapmalı”, ölümünün ardından bıraktıkları arasında bulunmaz ama Selim Işık şunları söyleyecektir “Ne Yapmalı”dan 10 yıl sonra: “Bana bugün ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak önce kendini düzeltmelisin diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.”

1960’lı yıllara geldiğimizde ülkedeki siyasi çıkmaz derinleşmiş, “Pazar Postası” beraberinde sol örgütlenmeyi değil, siyasi bir hayal kırıklığını getirmiştir. Bu demek olur ki, yeni bir sosyalist derginin kuruluşu şarttır. Bu işi üstlenenlerden biri Turhan Tükel, diğeri de Oğuz Atay olacaktır. Yeni dergi solcu çevreden kırk kişiyi toplar çevresine ilk safhada. Giderek kalabalıklaşacaklardır, bu bir aydın hareketidir ve solcu aydınlar bir kez daha büyük umutlarla bir dergi çevresinde toplanırlar. “Olaylar” dergisi, olaylı bir şekilde, gruptan birçok kopmanın ve verilen sözlerin gerçekleşmemesinin ardından dağılır. Yaşamında içtenlikle bağlandığı kimi değerleri sorgulamaya başlar Oğuz Atay, ülkesinin aydınına duyduğu güven sarsılır. Tüm bunlar olurken, sol çevreden kopmadığı ender isimlerden biridir Uğur Ünel. Oğuz Atay’ın ölümüne dek geçen 25 yıllık süre içinde, attıkları adımlar, paylaştıkları zevkler ve sıkıntılar hep ortaktır. Yıllar sonra üniversite döneminde tekrar karşılaşmışlar, yeniden başlayan dostlukları, altmışlı yılların başında iş ortaklığına dönüşmüştür. İkinci romanı “Tehlikeli Oyunlar”ı Uğur Ünel’in evinde yazar Oğuz.

Uğur Ünel, eşi Sevin Seydi ve müzisyen arkadaşları Özen’le birlikte klan adını verdikleri bir grup kurmuşlardır. Kendilerini burjuva düzeninden korumalarına yardım eden, istedikleri yaşamı kurmaya cesaretlendirecek bir gruptur klan. Sonraki yıllarda her ne yaşanırsa yaşansın, asla birbirlerine sırt çevirmemişler ve yaşamın getirdiklerine göğüs gererek klan’ın dağılmasına asla izin vermemişlerdir. 1971 yılında “Tutunamayanlar” yayımlandığında, romanın ilk sayfasını şöyle imzalar yazarı klan üyeleri Uğur ve Özen için; “Bu çılgın dünyada küçük topluluğumuzu korumak dileğiyle...”


Oğuz’u ilk eşi Fikriye ile tanıştıran yine Uğur olacaktır. Fikriye’nin Oğuz’dan 5 yaş büyük olması, birbirlerine aykırı mizaçlara sahip olmaları bile bu evliliğe mani değildir. Fakat gün geçtikçe, Fikriye’nin klan yaşantısına uyumsuzluğu, eve gelen eş dosta samimiyetsiz davranışları, sessiz bir savaşa dönüşür. Üstelik karşılıklı bir savaştır bu ve Oğuz karısıyla arkadaşlarının arasında kalır. Kızları Özge’nin doğumu bile bu savaşı ateşkesle bitirmeye yetmez, Oğuz kararını vermiştir. Boşanacaklardır. Toplum düzenin yapıtaşı sayılan evlilik kurumunu, toplum kurallarının dışında kalarak devam ettirmek güçtür çünkü. Klan üyelerinin tümünün ilk evlilikleri tıpkı Oğuz ve Fikriye gibi boşanmayla sonuçlanacaktır. Evinden ayrılırken yalnızca kitaplarını alır Oğuz Atay ve bir daha hiç görüşmezler Fikriye ile. “Tehlikeli Oyunlar”’da, Oğuz Atay’ın kurmaca dünyasında bu duygular roman kahramanın içinde yankılanır ve der ki, “ Ben suçluyum... Bir zamanlar seni sevmiştim. Ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım. Bu kalbin birini sevmeye ihtiyacı vardı. Ve sen bunu anlamadın. Ve bana eziyet ettin. Ve eziyet ettiğini bilmedin. (...) ve sana izin verdim ki, bilmeden yaptığın eziyet artsın. Ve sonunda artık dayanamıyorum diyebilmek için ben de bilmeden bu oyunu oynadım sana.

Fikriye’den ayrıldıktan sonra, babasının yanına geri döner, gençlik döneminde kaçmak için bin bir sebebi olduğu halde annesini üzmekten çekindiği için kalmaya devam ettiği evdedir artık ve yalnızdır. Annesi de vefat etmiştir. Onun için telaşlanacak, babasına ve belki dünyaya karşı onu savunacak tek kale de yoktur artık elinde. Ve o bunları yine yazarak anlatacaktır: “karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, ‘Geceleri eve geç geliyorsun’ gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. Oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım.”
Köktenci bir değişimin başlangıcı olur bu dönem Oğuz Atay için. Fikriye’den klana, evlilikten seçilmiş bir özgürlüğe, dayatılmış mesleği mühendislikten yazarlığa, Nişantaşı’ndan Beyoğlu’na geçiş olarak eser değişim rüzgârları. Eski yaşam biçiminden, kalın çizgilerle ayırmıştır kendini.

İstediği gibi yaşamak” zamanıdır artık. Kendini yeni baştan tanımaya, dayatılan ve beklenen şeylerden arınmış bir hayat kurmaya, çelişkilerinden kaçmadan, düzen tarafından kovalanmadan yaşamaya, böyle yaşayan karakterler yazmaya karar verir. Sakin adımlarla girer içine yazım dünyasının. Ve tek bir kişi vardır yanında, büyük aşkı Sevin Seydi. “Tehlikeli Oyunlar”ın kurmaca kişilerinden Bilge’ye yönelik şu sözlerde olduğu gibi, saklanmaz ve gerçek bir aşktır bu.“belki de bu satırların yazarından ve onun kafasını sürekli meşgul eden senden başka gerçek bir varlık yoktur ortada.”

Zor günlerdir her ikisi içinde, karanlık anılardır zihinlere kazınanlar. İyi bir dinleyiciye ihtiyaçları vardır, birbirlerini bulurlar. Yoğun bir suskunluk döneminin ardından koşarmış gibi yazmaya başlar Oğuz Atay. Tutunamayanlar’ı ve ardından yazdığı Tehlikeli Oyunlar’ı Sevin’e ithaf eder. Dinlemekten yorulmaz Sevin ama zamanla duyulamamaktan şikâyetçi olacaktır. Ve bir gün, “(...) beni bıraktılar, beni bıraktın. Soluk almak için güneşe çıktın.” der ve Londra’ya, güneşin hiç batmadığı ülkeye gider. Aşk ve acı dolu bir hikâyedir bu, bir romana yakışan türdendir belki de. Bu yüzden Sevin, Bilge’ye dönüşür kurmaca dünyada Hikmet terk edilişin ardından bir Dostoyevski kahramanı gibi bunalım yakarışlarıyla kalır, cevapsız sorularıyla. “Bilge gitti albayım. Biliyorum bir daha geri dönmez. Her şey benim yüzümden albayım. (...) beni neden bıraktın Bilge? Şimdi hiç dönmeyecek misin yani? Seni artık hiç göremeyecek miyim? İmkânsız mı?” Oğuz ise günlük tutmaya başlar, “bu defteri bugün satın aldım. Artık Sevin olmadığına ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun. (...) kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Sevin’in bıraktığı boşluğu yazmakla doldurmaya çalışır bir dönem. Teknik üniversitedeki öğretmeni Mustafa İnan’ı anlattığı “Bir Bilim Adamının Romanı”nı yayımlar ilk olarak. “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyununu tamamlar ve hikâyelerini “Korkuyu Beklerken”de toplar.

Sevin Seydi’nin ardından hayata tutunmaya çalıştığı dönemde çıkar karşısına ikinci eşi Pakize Kutlu. Yeni Ortam Gazetesi’nde eleştiri yazıları yazan genç bir kadındır Pakize ve bir söyleşi yapmak için buluşurlar Oğuz’la, bir daha ayrılmayacaklardır. Ta ki 1976 yazında yükselen ateş ve geçmeyen baş ağrıları Oğuz Atay’ın hayatına girene kadar. Aynı yılın aralık ayında beyin ameliyatı olması için Londra’ya giderler Pakize’yle. Sevin’in evinde misafir olacaklardır bu dönem esnasında. Ve hastanede geçirilen zamanlarda yine Sevin vardır, yine onun getirdiği deftere ondan geri kalanlar yazılır.

“ gene de sonunda sana tümüyle benzemekten korkuyorum babacığım; yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?”

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails