19 Haziran 2009 Cuma

türk edebiyatı'nda bir kadın: suat derviş


Gözlerinden bellidir Cevriyem, sen de kara sevda var...” cümlesini birçoğumuz hatırlarız. Beyazperde de ya da televizyon ekranında güzel gözleri, alımlı yürüyüşü, kimselere laf bırakmayan edasıyla bir görünüp bir kaybolmuştur Fosforlu Cevriye ... Tıpkı onu kaleme alan, Suat Derviş gibi.

Saraylı olarak doğmak
Dünya dengelerinin değişmeye başladığı, haşmetli Osmanlı imparatorluğu’nun yıkılmaya yüz yuttuğu zamanlara, II. Meşrutiyet’in ilanına rastlar altmış yedi yıllık yaşamının ilk günü.

Suat Derviş, gerçek adıyla Hatice Saadet Baraner, Darülfünûn kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın torunu ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi hocalarından Doktor İsmail Derviş’in kızı olarak açar hayata gözlerini. Annesi tarafından saraylıdır üstelik. Sultan Abdülaziz’in Mızıka-yı Hümayun Orkestrası şefi Kamil Bey’in kızıdır Derviş’in annesi Hesna Hanım. Osmanlı aristokrasisine mensup bir ailenin kızı olarak, küçük yaşlardan itibaren yabancı öğretmenlerle büyümüş, Almanca ve Fransızcayı kendi dili gibi öğrenmiş, yazar olan annesi tarafından edebiyat sevgisi daima desteklenmiştir.

Nazım Hikmet ve Gölgesi
Fakat onu keşfeden ve yazın dünyasında adının duyulmasını sağlayan kişi, çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet olacaktır. Ünlü şair, Derviş’in henüz 14 yaşındayken yazdığı ‘Hezeyan’ adlı mensur şiirini kendisinden habersiz Alemdar Gazetesi’ne yollamış ve Türk edebiyatının göklerine doğan yeni bir yıldız diye nitelendirdiği bu genç kızın tanınmasını sağlamıştır. Yıllar sonra Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: " ben yazılarımı kimseye göstermez, gizlerdim. Bir gün nasılsa masanın üstünde unutmuşum. Nazım Hikmet, komşumuz ve arkadaşımdı. Babamla babası çok dost oldukları ve her gün ailece beraber bulunduğumuz için her zaman bizim eve gelirdi. Benim mektepte olduğum bir saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış. Nazım, o zaman tanınmış ve sevilen bir şairdi, Hezeyan adlı bu şiirimi Yusuf Ziya Ortaç’a vermiş ve gazetenin edebiyat nüshasına koymuşlar."

Nazım Hikmet ve Derviş birlikte okumalar yapıyor, ülke siyaseti hakkında tartışıyor ve birçok toplantıya beraber katılıyorlardı. Bunlardan biri de Halide Edip’in öncülüğünü ettiği ünlü Sultan Ahmet Mitingi idi. Derviş, dönüş yolunda Halide Edip için gözlerimi açan kadın diyecekti. Edebiyata duyduğu ilgi azalmamış, yazmayı bırakmamış fakat; siyasetle, ulus-devlet olma yolunda adımlar atarken Osmanlı’nın düştüğü ahval ve şeraitle daha bir ilgilenir olmuştu. Nazım ise, Derviş için şiir yazma telaşındaydı. Karşılıksız bir aşktı bu belli ki. Kısa zaman sonra Derviş üniversite eğitimi için Almanya’ya gönderilmiş, Nazım’ın ellerindeyse, uzak aşkının Gölgesi kalmıştı sadece.

"Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemediğim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları öyle heyecansız ki onun,
Kaç kere iman ettim hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup çarpmalı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor

Dönüyoruz yine biz uzun bir gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor.
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki bir çok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı;
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim!
"

Dizelerini yazacaktı Nazım Hikmet bir türlü başını eğdiremediği bu kadına. Ve yıllar sonra Derviş’in yazdığı eserlerden biri olan Emine adlı romanı için tutuklu bulunduğu Bursa Cezaevinden şu yorumu yapacaktı; ‘’bravo Suat Derviş’e. Eğer gerektiği gibi çalışırsa diyalektik-materyalist gerçekçiliği cesaretle uygulayabilirse, yani kahramanlarını, bunlardan en sevdiklerini bile hiç de pişmanlık duymadıkları bütün büyük günahlarıyla, olağan ama dikkate değer erdemleriyle gösterebilirse, gelecek kendisinindir.’’

Feminist yaklaşım-toplumcu duruş

Tam da Nazım’ın dediği gibi yapmıştı oysa. 1920’lerde yazdığı ilk romanlarında, İstanbul’un aristokrat ailerinin yaşamlarını anlatmış, karakterlerini üst tabakalardan seçmiş ve onları konaklarda, deniz manzaralı köşklerde yaşatmıştı. 1930’ların sonlarına gelindiğinde dikkate değer bir farklılık vardı yapıtlarında. Toplumsal sınıfların farklılığını vurgulamaya ve bunun yarattığı sorunları yazmaya başlamıştı. Ekonomik dinamikler göz önüne alınıyordu artık, kadını ve aynı ölçüde erkeği baskı altına alan toplumsal-ekonomik düzen sertçe eleştiriliyor, toplumcu-gerçekçi yaklaşımdan asla ödün verilmiyordu. 1920’lerde ‘cinsiyet’e dayalı bir çerçevede ele aldığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar markisizmin etkisiyle biçimlenecek ve giderek sınıfsal bir olgu kazanacaktı. Tefrika halinde yayınlanan ‘Aksaray’dan Bir Perihan’ adlı eserinde eski ve yeni arasında ki çatışmaya yoğunlaşıyordu, çöken soyluluk kavramı ve arada kalmış köylülük şablonuyla yüzleşiyor, yükselen görgüsüz burjuvaziye duyduğu nefreti saklamak bir yana sayfalarca yazarak dile getiriyordu.


Gazetecilik hayatı
İlk yapıtlarıyla, sürgün öncesi son yazdıklarının arasında ki uçurumun sebebi Derviş’in yaşadığı hayattı bir bakıma. İlk romanı Kara Kitap’ın yayınlandığı 1921 yılında Alemdar Gazetesi’nde çalışıyordu. Gazetecilik mesleğine adım atması, hem kendini hem de yazdıklarını yavaş yavaş değiştiriyor, kendisi de bunun bilincinde olarak başarısını gazeteciliğe bağladığını söylüyor ve şu yorumu yapıyordu; ‘’yaptığım röportajlar, beni hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirdi. Gazeteciliğe başladıktan sonra memleketimi ve insanlarımı tanıdım. İstanbul’un en fakir semtlerini bildiğim gibi, en ücra köşelerinden en lüks muhitlerine kadar girip çıktım. Sefaleti ve refahı aynı şehirde birbirinden çok uzakta değil, aynı şehrin belediye hudutları içinde seyrettim. Ben gazeteci olduktan sonra gerçekçi eserlerimi yazmaya başladım. Asıl sevdiğim romanlarım, bu tarihten sonra yazdıklarımdır.’’ Edebiyat alanında gelen başarının yanı sıra bir kadın olarak birçok ilke de imzasını atmıştı Suat Derviş. Avrupa’ya giden ilk kadın gazeteciydi, 1922’de Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Paşa ile ilk röportajı yapmıştı, Alemdar’dan sonra çalışmaya başladığı İkbal Gazetesi’nde ilk kez bir kadın sayfası hazırlamış ve sayfa modasını başlatmıştı. Yabancı dil bilen bir gazeteci olarak, Boğazlar sorununun görüşüldüğü ‘’uluslar arası Montrö Konferansı’nda’’ bulunmuş ve 1923 yılında Lozan Konferansı’na katılmıştı.


Almanya’ya gidiş
Bu koşturmaca uzun yıllar devam etmemiş, Derviş, modernleşme yanlısı, gerçek bir aydın olan babası tarafından üniversite eğitimini alması için ablası Hamiyet’le birlikte Almanya’ya gönderilmişti. Berlin’e konservatuar eğitimi almaya gelmiş olmasına rağmen ailesinden gizli edebiyat fakültesine kaydını yaptırmıştı. Bir yandan Berlin Üniversite’sinde eğitimini sürdürürken diğer yandan İstanbul’da kitapları yayınlanmaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Almanya’da da gazetecilik yapmaya başlamıştı. Yazıları dönemin seçkin edebiyat ve sanat dergilerinden biri olan Querscnitt’ten başlayarak, en ciddi siyasal gazete olarak nitelendirilen Vossische Zeitung’a kadar sayıları on beşi bulan dergi ve gazetelerde yayınlanmıştı.
1933 yılında; Almanya’da Hitler yönetiminin faşist baskılarına rağmen sağlam durmaya gayret gösteren birkaç yayın organı da ortadan kaldırılmış, böylece Suat Derviş’te çalıştığı Alman gazetesinden ayrılmak zorunda kalmış, üniversite eğitimini tamamlayamadan ülkesine geri dönmüştür. Almanya’da kalmış olmak belki üniversite hayatını tamamlamasına yetmemiş fakat yükselen faşizmin şahidi ve İstanbul’a yeniden döndüğünde bundan sonra yazacağı eserlerin temelini oluşturacak ideolojinin sahibi olmuştur. Nazi Almanyasında, anti-faşist bir tutum sergilemiş bu da Derviş’i Marksizme yaklaştırmıştır.


Taraf olmak

İstanbul’a dönmüş, babasını kaybetmiş ve ailesinin de içinde bulunduğu Osmanlı aristokrat sınıfı çökmüştür. Yeniden gazetecilik yapmaya başlar Suat Derviş. Hayatının belki de dönüm noktası olarak gösterebileceğimiz işine başlar; Tan Gazetesi’nde II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın politik çekişmelerini izlemek üzere Rusya’ya gitmekle görevlendirilir. Gazeteci ve romancı kimlikleri birbirine karışacaktır artık. Hissettiklerini yazacak, görmek istedikleri için uğraş verecektir ve bunlar uğruna taraf olmak gerekiyorsa, taraftır.


Siyaset ve edebiyat
Yazdıkları Marksist görüşlerin etkisiyle biçimlenecek ve cinsiyet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar sınıfsal bir vurgu kazanacaktır. Yazarın roman kahramanlarının çoğu; bu nedenle toplumsal bir sınıfın temsilcileri, içinde doğdukları çağın toplumsal dönüşümüne ayak uyduramayan, çelişkiler yaşayan, arafta kalmış bireyler olacaktır. Suat Derviş romanlarının kendine özgü olan yanı ise, bu arada kalmışlığın sebebinin kahramanların ahlakıyla değil, yaşadıkları iktisadi olaylarla açıklanmasıdır. Onlar parayla hiçbir zaman ‘ticari’ anlamda ilişki kurmadıkları için, insanların onurlarını ya da aşklarını ‘ticarileştirme’lerini anlayamazlar. Ankara Mahpusu’ndaki Zeynep yoksulluktan gelen ve gözleri paradan başka bir şey görmeyen bir kadındır, Çılgın Gibi’nin Celile’siyle Aksaray’da Bir Perihan’ın Pakize’si ise soyluluktan geldikleri için yeni toplumsal düzende kendilerine yer bulamamışlardır. Bu üç kadında yaşadıklarından ötürü sınırlarını tanıyamamış, aitliklerinden ayrılmış ve bilmedikleri dünyalarda yaşamaya başlamışlar/heveslenmişlerdir.
Aksaray’da Bir Perihan adlı romanda Pakize hakkında çok kesin bilgiler elde edemeyiz. Ölümünün intihar mı, yoksa bir kaza mı olduğu bile belli değildir fakat kesin olan bir şey vardır ki bu ölümün sebebi Pakize’nin yalnızlığıdır. Ve bu yalnızlığa inceleyen gözlerle baktığımızda bize Celile’nin yalnızlığını hatırlatır.
Bir de Cevriye vardır, Fosforlu Cevriye’nin kahramanı. Asil bir aileden gelme, mektepli bir kız değildir Cevriye, tam aksine bir sokak kızıdır, bütün ömrü sokaklarda geçmiştir. Buna rağmen Cevriye’yi severken göze aldıklarıyla, kendisini ve geleceğini feda edişiyle Celile’ye benzetebiliriz.
İlk dönem yazdığı eserlerinde şaşalı aristokrat hanımları anlatırken ne kadar başarılıysa,1930’lardan sonra toplumun alt kesiminde ki ‘lanetlileri’ anlatırken aynı ölçüde başarılıdır Suat Derviş.


Tutuklanma yılları
1940’lı yıllara geldiğimizde yazar, romanı kitlelere politik görüşler yaymak için bir ‘’araç’’ olarak görmekten vazgeçmişti artık. Çünkü anlatılmak istenen siyasal görüşler, edebiyatın içinde ‘’örtük’’ bir konuma gelmiştir. Edebiyata bir nebze ara vermiş ve 1944 yılında Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? adlı siyasi bir inceleme yayınlamıştır. Bundan sonra romancı kimliğinin önüne siyasi duruşunun geçmesini engelleyememiş, Mustafa Kemal’in teyzesinin oğlu olan eşi Reşat Fuat Baraner ve kendisi için tutuklanma yılları başlamıştır.
Moskova Lenin Akademisi’nde Marksist kuram ve ekonomi-politik öğrenimi yaptıktan sonra Türkiye’ye dönen ve TKP içinde yer alan Baraner’le Derviş’in yürüttükleri ilk ortak eylem Yeni Edebiyat Dergisi’ni çıkarmak olmuştu.’’Yeni Edebiyat’’ Türkiye’nin ilk sosyalist- gerçekçi edebiyat dergisi olarak, yazın tarihine geçecek olmasına rağmen ancak 26 sayı çıkartılabilmişti. Çünkü 1941 yılında yönetim tarafından kapatılacaktı. Bundan önce Baraner, 1938 yılında Sanat Edebiyat Sosyoloji (S.E.S) ardından 1939 Kasım’ında Yeni Sanat Edebiyat Sosyoloji (Yeni S.E.S) dergilerini çıkartmıştı. Yeni Edebiyat Dergisi bu sürecin devamı niteliğindeydi. Çalışmalarını birlikte yürüten bu çift, okuyor, okuduklarını halkla paylaşmakta bir sakınca görmedikleri gibi bunu kendilerine vazife ediniyorlardı. 1944 yılında, eşi Baraner’in tutuklanmasının ardından Suat Derviş’te ‘’ömrünü yazı yazmakla ve dünyada olup bitenleri takiple geçirdiği göz önüne alınınca, kocasının bir oda içinde ki faaliyetlerine tamamen kayıtsız kalmayacağı kanaatiyle’’ tutuklanmıştı. Yargılanmalarının ardından Suat Derviş 8 ay, eşi Reşat Fuat ise 9 yıla hüküm giymişti. Bu süreçten gerek anılarında gerekse daha sonra Behçet Necatigil’e yazdığı mektuplarda asla bahsetmemişti. Tutuklu kaldığı 8 ay boyunca yapılan sorguların birinde, çocuğunu düşürdüğünü yıllar sonra Suat Derviş’in hayatını yazan Rasih Nuri İleri’nin kaleminden öğrenecektik.

Avrupa’ya zorunlu sürgün
Takvimler 1950 yılını gösterdiğinde ülke siyasetinde değişen çok şey olmasına rağmen Baraner Ailesi adına değişen hiçbir şey yoktu. Kısa bir salıverilmenin ardından Reşat Fuat 1951 yılında tekrar tutuklandı ve yargılanmaya başlandığı 1953 yılında Suat Derviş için zorunlu sürgün hayatı başlamış oldu. Yaşanan siyasi hezeyanlar sebebiyle resmi olarak herhangi bir yasaklama gelmese de, gayri resmi bir karşı duruş vardı edebiyat dünyasında bu asi kadına karşı. Hiçbir yayınevi eserlerini basmıyor, dergiler yazılarını görmezden geliyordu. Dönemin edebiyatçıları tarafından eserleri açıkca ‘’korku kitapları’’ olarak lanse edilir olmuştu. Yaklaşık 1940’lı yıllardan beri devam eden bu durum, Derviş’in İsveç’e ablasının yanına gitmesiyle son buldu. Yazıları Avrupa’daki çeşitli gazete ve dergilerde gözükmeye başladı. Ankara Mahpusu adlı romanı ablası tarafından Fransızcaya çevrildi ve 1957’de Le prisioner d’Ankara adıyla, Fransızca olarak yayınlanan ilk Türk romanı oldu. Ardından Çılgın Gibi adlı tefrika romanı, 1958’de Les ombres du yalı (Yalının Gölgeleri) adıyla basıldı. Fransa başta olmak üzere çoğu Avrupa ülkesinde, Batı Almanya’nın ve Avusturya’nın önemli gazetelerinde ve sanat dergilerinde hikâyeleri ve romanları yayınlanmaya devam etti.


Yeniden ülkeye dönüş

1963 yılında yeniden ülkesine döner Suat Derviş. 10 yıllık sürgünün sonrasında, hayata kaldığı yerden devam etme telaşındadır. Takma isimlerle romanlar ve hikâyeler yazar, çocuk masalları çevirir ve tercümelerle meşgul eder kendini. 12. Ağustos 1968 günü, bu meşguliyet acıya dönüşecektir. Eşinin vefatıyla sarsılır bu kez de. Ağlasa da gözlerinin yaşını gizleyen bir kadındır o çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’in deyişiyle. Bu ölüm onu çok üzse de yıkmamış, ne yazmaktan ne de siyasi alanda mücadele etmekten alıkoymamıştır. Olağanca emeğiyle siyasete yönelmiştir bir kez daha. 1970’de Neriman Hikmet ve diğer arkadaşlarıyla birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurar, bir yıl sonra bu derneğin kapatılmasıyla yeniden yazarlığa ağırlık verir. Üç ayrı roman üzerinde çalışmaya başlamıştır. 1968 yılında kaleme aldığı Fosforlu Cevriye’yi beyazperde de görebilmek için senaryolaştırmasının ardından, eşinin vefatından 4 yıl sonra, 24.Temmuz. 1972 günü tamamlayamadığı romanlarını yarım bırakarak hayata gözlerini kapatmıştır.

Son Söz

Kendisine yakıştırılan tüm sıfatlardan uzaklaştırılarak okunması gereken bir yazardır Suat Derviş. Siyasal kimliğine, görüşlerine ve yaşam biçimine takılıp kalınmadığında, feminist, toplumcu-gerçekçi ya da Marksist olarak sınırlandırılmadığında, bir akımın ya da ideolojinin ‘’ürünü’’ olarak gösterilmediğinde hak ettiği gerçek değeri bulacak, yıllar öncesinde Nazım’ın söylediği ‘’gelecek kendisinindir’’ temennisi gerçek olacaktır.


Suat Derviş’in yayınmış kitapları
Romanları:

Kara Kitap (1920)
Ne Bir Ses Ne Bir Nefes (1923)
Hiçbiri (1923)
Ahmet Ferdi (1923)
Behire’nin Talipleri (1923)
Fatma’nın Günahı (1924)
Ben mi? (1924)
Buhran Gecesi (1924)
Gönül Gibi (1928)
Emine (1931)
Hiç (1939)
Çılgın Gibi (1945)
Fosforlu Cevriye (1968)
Ankara Mahpusu (1968)

Tefrika romanları:

Onları Ben Öldürdüm
Sen Benim Babam Değilsin
Olan Şeylerin Romanı
İstanbul’un Bir Gecesi
Aksaray’dan Bir Perihan

Hiç yorum yok:

Related Posts with Thumbnails