24 Eylül 2010 Cuma

Ünlü Tablolar Sandalye Olursa

After Matisse...Woman in a Purple Robe


After Picasso...Woman with the Book


After Van Gogh...Starry Night


After Da Vinci...Mona


After Michelangelo...The Delphic Sybil


After Kadinsky...The Quadrant Series


After Dali...Persistence of Memory


After Chagall...I and the Village


After Grant Wood...Stone City, Iowa

22 Eylül 2010 Çarşamba

dürüstlük ya da kimden geliyor bu kötü koku


gözden kaçmış enfes bir ispanyol filmi. kadraja hükmeden iki kişi var (david & tristan ulloa), ya evliler ya da kardeş, yönetmenler hakkında pek bi'şey bilmesem de film işini kıvırdıklarından eminim. üstelik kolayca anlatılabilecek bir işe el atılmamış pudor'da. kocaman bir ailenin kalabalık yalnızlığından zekice bahseden, gayet sağlam bir film.

işin aslı filmin adı, kendini hemen açık ediyor. film başlarken kısacık bir notla uyarılıyoruz.

pudor, ispanyolca dürüstlük
putor ise kötü koku, demekmiş.

birbirlerinin hayatlarından bihaber yaşayan çekirdek bir aile; anlaşamayan kardeşler ve ilişkileri kopma noktasına gelmiş, kendince sırları olan bir anne ve 6 aylık ömrü kaldığını bir türlü ailesine açıklayamayan bir baba.

size keyifli zaman geçirmeyi vaat etmekten ziyade, sizi "rahatsız" etmeyi kafasına koymuş, karanlık bir film pudor. yalnızlık martavallıkları atmayan ama sahiden yalnız insanların hikayesi. ben bayılarak seyrettim, belki siz de meyledersiniz.

20 Eylül 2010 Pazartesi

kirpinin zarafeti ya da yaşamaya değer

"yıldızların peşine düşenin sonu,
kavanozdaki kırmızı balık olmaktır."

hani bazı kitaplar vardır, kendilerine hayran bırakırlar, bitmesin istersiniz. her sayfayı ince ince okursunuz ama sonunu merak etmezsiniz. önem taşıyan sonu, başı, macerası falan değildir, mühim olan baştan sona kitabın kendisidir çünkü. öyle bir kitaptı kirpinin zarafeti.

kitabı hatmettikten kısa bir süre sonra senaryolaştırılıp, filminin de çekildiğini öğrendim. bi heves buldum sonra, hemencik izledim. madam michel'in o karanlık odası, ölümle acısız bir şekilde yüzleşmeye karar veren küçük paloma, antidepresanla ölen balık, sürekli çekim yapan bir "gizli" kamera, lüks bir apartman ve belki de çok geç olsa bile kapıyı çalan aşk ihtimali.

gözünüzde nasıl bir "şey" canlandı, inanın hiçbi fikrim yok. ama bildiğim bi'şey var: kirpinin zarafeti, sıradan, öylesine yazılmış bir kitap değil. ruhu olan kitaplardan. (öyle derler ya!) ve film; yaşamaya değer'de öyle sıradan, donuk bir fransız filmi değil.

öle gebere okuduğum kitabın filmini büyük bir aşkla ve hayranlıkla seyretmemi sağladığı için ve beni bir gramcık bile hayal kırıklığına uğratmadığı için, pek sevgili yönetmen hanım mona achache'ye sevgilerimi yolluyorum ve diyorum ki, hiçbir şey için değilse, paloma ve madam michel'in sımsıkı, o içli kucaklaşmaları için bile izlenir bu film.




13 Eylül 2010 Pazartesi

"evet dostum, dünya çok hakarete uğradı, ama burada değil!"


Elio Vittori'nin bugünlerde o kırmızı- beyaz tasarımına öldüğüm helikopter yayınları tarafından tekrar basılan kitabı, sicilya konuşmaları. öyle net bir kitap ki, adıyla müsemma.

kahramanımız onbeş yıldır görmediği babasından annesini terk ettiği ve oğullarından annelerine sahip çıkmalarını isteyen bir telgraf alır. bunun üzerine aniden kendini sicilya'ya giden bir trende bulur. ve olaylar gelişir.... diye bir cümle kuramayacağım. aslına bakarsanız olay yok.

birbirini onbeş yıldır görmeyen anne - oğul, hayat, kadınlar, aşk, evlilik, insan olmak üzerine uzun bir sohbete dalarlar. ara sıra bu garip sohbete dahil olan insanlar ve rüyalar vardır. ve vittori öyle güzel, öylesine hüzünlü bir son yazmış ki, derin bir nefes alıp en baştan tekrar okumaya başlayası geliyor insanın.

"...gördüğüm gerçekten kadındı! insan dünyadaki kötülükleri, acıyı, umutsuzluğu bilmez yedi yaşında; insanı soyut öfke nöbetleri tutmaz; ama kadını tanır. hiç bir erkek kadını yedi yaşındayken ya da daha küçükken tanıdığı gibi tanıyamaz. o yaşlarda kadın insanın gözünde ne bir avuntu, ne bir zevk kaynağı, ne de bir oyuncaktır. dünyanın gerçekliğidir kadın; ölümsüzdür."

romanın sonuna vittori'nin kondurduğu bir not var. yazmasam olmazdı.
"her türlü şüphe ve yanlış anlaşılmayı önlemek için, bu KONUŞMA baş kişisinin kendi hayatımdan alınmadığını, onu çevreleyen ve ona refekat eden Sicilya olduğunu söyleyerek okuru uyarırım; ancak, Sicilya adı kulağıma, İran ya da Venezuella'dan daha hoş geliyor. hem, bütün müsvetteler bir şişe içinde bulunmuş da olabilir."

5 Eylül 2010 Pazar

*eylülün sesi'ne bak hüzne davet ediyor..


Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustosa çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
"Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."

Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor, aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür baylar.

Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluuğu giyinmek mi olur
Olsun
İşte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde -çocuğunu emziriyor yaz-
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.

Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.

Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
İyi tanımal dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.

Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun-
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
İçi yangından alev alev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.
[*edip cansever ]

4 Eylül 2010 Cumartesi

"gereksiz" sıfat



gereksiz niteleme- oysa ötekini ne kadar tanıyoruz ki onu nitelemelerle boğalım, olmayan şeyleri yükleyelim ona ya da nitelemelerle yagılayalım- bu anlamda, karşımızdakine derdimizi anlatırken (sözgelimi ona aşık oluşumuz) kullanılan her sıfat (her, "seni çok seviyorum") yine de tamamlayamayacaktır işlevini, çünkü dilin engellemelerini sıfatlarla aşmak neredeyse imkansızdır. ve bana kalırsa bilinç sıfatları algılamayan bir yapı.

adı üstünde, niteleme; aklı başında hangi insan bir başkasının kendisini nitelemesini (yargılamasını)ister ki? sıfatların olmadığı ve ilişkilerin bu denli abartılı değil de (aşk için olduğu gibi ayrılık anları için de geçerli olabilir bu) daha sessiz, sadece iki kişiyi ilgilendiren bir tarzda yaşanması hoş olabilirdi. olmaz ama değil mi? bu imaj çağında böylesi bir sessizlik çekilmez birşey gibi geliyor bizlere. bağıralım, "seni çok ama çok seviyorum" diyerekten; bağıralım, "sen dünyanın en aşağılık adamısın" diyerekten ve bunların gerçek olduğunu düşünmeye devam edelim. çünkü sıfatlar kendi inanışlarımızı yansıtıyor ve her kullanışımızda rahat hissettiriyor sanırım.
Related Posts with Thumbnails