27 Aralık 2010 Pazartesi

Yine Yıl

Bunu başıma saran sensin ey insan! Her yılın sonunu kendine "bayram" ilan eden, içerek rahatlayan, yılın yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışırken hepten ziyan olan, bocalayan, bi'türlü unutamayan ve utanmayan sensin!

Yeni yıl'dan bi'şeyler bekliyormuşsun bi'de. Aşk, mutluluk, huzur, sağlık, para.. Olacak mı tüm bunlar sence?! Olabilir mi, mümkün mü yani sahiden? 2011 diye bir yıl yok! Bak sen şanslısın, benden başka kimse söylemezdi bunu sana.. Yaz var, kış var, sonbahar var, karıncaların hiç durmadan çalıştığı ilkbahar var bir de. Ama 2011 diye bir yıl yok!

Yukarıdaki resimde gördüğümüz minik kız çocuğu gerçek olsaydı keşke. Sırtlasaydı geçen yılı birileri, alıp götürselerdi öylece. Bu tombik kız çocuğu da yepyeni bir yıl getirseydi bize. Biz de öğrenmiş olsaydık hafızanın çok da mühim bi'şey olmadığını. Her yıl yeni bi hafıza, her yıl unutulan anılar. Sana anlattığım gibi olsaydı, o zaman ben de bayram yapabilir, "Mutlu Yıllar!" çığlıkları atabilirdim belki.

Umutlarını yerle bir etmek istemem, korkarım bundan. "Mutlu yıllar!"da dilemeyeceğim sana, bilirsin sen de az çok, tecrübeyle sabittir böyle durumlar. 2010'dan ne gördüysen, ne kadar çok ağlayıp, ne kadar çok güldüysen aynını yaşayacaksın bu yıl da.. Gerçek'e aç gözünü sevgili okur! O gerçek ki bir ömür hiç düşmeyecek yakandan. Alışarak başlayalım bu yıla. Daha önce yapmadığımız bi "iş" yapalım..

Yine de hâyal kurmak serbest elbet.
Yine Yıllar, sevgili okur!

25 Aralık 2010 Cumartesi

Nefretime "Gel!" Diyenler

Nefret beni korkutur sevgili okur! Sen nasıl karanlıktan, gök gürültüsünden, ölümden ya da uğurunu kaybetmekten korkuyorsan ben de nefretten korkarım. Ama kimse aldırış etmez benim korkularıma! Ünlü biri değilim, giydiğim bi'çok elbise yakışmaz, izlediğim filmleri kimse "şaşırtıcı" bulmaz, dinlerken "vaay bee!" dediğim şarkıları kimse bilmez, aşklarım bi'çok insana komik gelir. Ama dünya zevk alır bana takılmaktan, ayağıma çelme takmaktan, yara izlerimi sürekli kaşımaktan.

Bugün, benim sıradan akşamlarımdan biri yine ve kafama vurup duruyor, rahat bırakmıyor bu nefret. Çağırdılar çünkü, gitmek bilmiyor. Yazayım da kurtulayım dedim ben de,

1. Askerî güvenlik bölgesi girilmez.
Dünya buz kesiyor sanki ben bu yazıyı her gördüğümde. Burda önemli işler dönüyor, sen sıradan hayatına bak, bize karışma, yolumuza çıkma, diyor birileri. Nefretimi çağrıyor kafası kasklı, eli silahlı bi adam!

2. Sıradaki "parça" tüm sevenler için gelsin!
Bu cümlede tek bir sözcüğe "kıl" oluyorum, "parça". Şarkı ulan o, parça ne demek?! Neyin parçası o sevenlere gönderdiğin?! Ömrü hayatında tek bir şarkıyı "içten" dinledin mi acaba?

3. Ne bu yaaa, ne salak bi'şeydi o? Ben hiçbişiy anlamadım!
Bu cümleyi genelde ölegebere seyrettiğim filmlerden / okuduğum kitaplardan sonra sen söylüyorsun insan! İçine işleyen o anlam kıtlığını bana mal ediyorsun. Anlamadığınla yetinmiyorsun, anlamak istemiyorsun ama yargılıyorsun, beğenmiyorsun, kolaycacık olsun diye bekliyorsun. Olmayınca öfkeleniyorsun. Anlamsızlığın da bi anlamı olduğunu bi saniyecik bile düşünmüyorsun. Heyecanımı söküp alıyorsun, yetmiyor üzerinde tepiniyorsun! Şimdi söyle bana "sen ne tür bi insansın?!"

4. Beni yanlış anlamışsın sen. Biz dostuz!
Sahi mi?! Neden benim haberim yok öyleyse! Neden sen yanlış "düşünmüyorsun" da hep ama hep ben yanlış anlıyorum! Elimden gelse, kilitler, hapse tıkarım bu cümleyi. Senin için yaparım bunu insan. Boş yere üzülme diye!

5. İyi ki doğdun!
Doğmasam n'olurdu ki?! Ne eksik kalırdı, neyi tamamladım ki?! Yani beni hiç tanımasan, hiç görmesen, bilmesen ne değişirdi hayatında? Hiçbi'şeycikler değişmezdi, sen yine aynı sen olurdun. Samimiyetsiz, riyakâr, karşına çıkan ilk çıkmaz sokakta yalana koşan sen!

6. Offf! Sen de mi sigara içiyoosun?
Ne tür bir ayıp olduğunu henüz kavrayamadım, ama sen anlamışsın besbelli! Önce kapı dışarı ettin beni, yetmedi yasakladın. -yasak ki başlı başına bi asilik sebebi- İçiyorum, ama sen de öleceksin, unutma ey insan! Ben kül ya da duman kokuyorsam sen de leş gibi laf söz kokuyorsun! Benim kurtulmak istemediğim bi el alışkanlığım var, sense "bağımlılığı" bi "insan"a indirgiyorsun!

23 Aralık 2010 Perşembe

Upuzun Bir Liste Vol. II

Upuzun Bir Liste'nin filmlerini sıraladığımda "hadi şunun kitap'lı olanını da yapalım!" diyen bir cesur ruh bekliyordum sevgili okur! O ruh çıktı karşıma, rica minnet değil de, dayattı isteklerini, "go, go, goo!" dedi. Korkmadım ben, içimden geldiği için yaptım. Sıra onda şimdi. Sen creep! Yarın masamda görmek istiyorum bu listeyi!

Gözümden kaçanlar, aklımdan uçanlardan, kütüphanemden kaçırılanlar, değişen ben'in unuttukları olmuştur elbet. Lakin zamanın süzgecinden geçtikten sonra elimde, aklımda bunlar kalmış. Unutulanları sen hatırlatırsın değil mi ey okur?!

Geçen yıl okuduğunuz en iyi kitap:
Maalesef –ya da iyi ki- sevgili okur bir fil hafızasına sahip değilim. Yazacağım kitapların basım tarihi 2009 değil, sadece yıl içinde okuduğum en iyi kitaplar olacak. Görünmeyen, Filler İçin Su, Ada ya da Arzu, İklimler, Büyücü, Kayıp Şahıslar Albümü

En hafife alınmış kitap:
Aşkın ömrü 3 Yıldır (bi ara sansasyon yaratmıştı ama kötü şeyler yazılıp çizilmişti hakkında, halbuki ben sahiden sevmiştim), Kirpinin Zarafeti, Necib Mahfuz kitaplarının tümü (kime sorduysam henüz okumadım diyor, üzülüyorum ya hu!) Hayalhane, Acı Aşk ve Herzog, Duygusal Eğitim.

En şişirilmiş kitap:
Korkma Ben Varım, Çarpışma Partisi ve tabii ki Aşk

Sizi gerçekten mutlu eden kitap:
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, Oğullar ve Rencide Ruhlar, Sarmaşık, Ülkesi Olmayan Adam, Atalarımız, Ay Sarayı, Alice Harikalar Diyarında veee Çatıkatı Aşıkları

Sizi hüzünlendiren kitap:
Onca Yoksulluk Varken, İklimler, Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı, Kürk Mantolu Madonna, Albaya Mektup yok, Masumiyet Müzesi ve Madame Bovary

En sevdiğiniz aşk hikâyesini barındıran kitap:

Bu soruya cevabım son derece kesin, İklimler!

En çarpıcı, en afallatıcı sona sahip kitap:

Katya’nın Yazı ve Fransız Teğmenin kadını. Tek geçerim!

Defalarca okuduğunuz kitap:
Abartmaya gerek yok, defalarca’dan kasıt en fazla 2 bilemedin 3’tür. Onca Yoksulluk Varken ve Kara Kitap ve tabii bir de Maldorur’un Şarkıları

Klâsiklerden en sevdiğiniz kitap:
Don Quijote. Kahramanım benim!

Nefret ettiğiniz kitap:
Vampirli aşk kitaplarından daha fazla nefret ettiğim bir şey varsa, o da kişisel gelişim kitaplarıdır.


Kimsenin sevmenizi beklememesi gereken kitap:
Tuna Kiremitçi kitapları

Kendinize en yakın hissettiğiniz kitap karakteri:

Isabella / İklimler.


Sizi hayalkırıklığına uğratmış kitap:

Yolda.. Beni affet Kerouac!


En sevdiğiniz korku kitabı:
Yani ne kadar korku bilmiyorum ama Grangé’in Leyleklerin Uçuşu güzeldi.

Favori yazarınızın en sevdiğiniz kitabı:
Bu favori yazar olayı sıkıntıya sokuyor beni, karar veremediğim için öfkeleniyorum kendime. Paul Auster’ın Yanılsamalar Kitabı diyelim.

Merakla beklediğiniz kitap:
Orhan Pamuk’un, Paul Auster’ın ve Tayfun Pirselimoğlu’nun yazacağı her yeni satır için heyecandan ölebilirim! (abart nosta, abart!)

21 Aralık 2010 Salı

Copy Conferme: Kopyası Kadar Orjinal Bir Film




Orta yaşlarında iki insan düşün sevgili okur! Kıyafetleriyle birlikte kendileri de eskimiş iki insan. Kadının adı Elle olsun. Aslen bir Fransız ama İtalya’da, şaraplarıyla meşhur Toscana’da yaşamayı / yaşlanmayı tercih etmiş. Antikacı ve kendisi de “gerçek” bi antika olsun. Biraz tuhaf, biraz geveze, sanat aşığı, makyajsız, savruk ve çok tatlı!

Birazcık daha zorla o zorlanmayı hiç mi hiç sevmeyen aklını. Bir adam düşün şimdi.. Yazar, sanat tarihine meraklı, selvi ağaçlarını izlemeye ve şaraba bayılıyor, ikna kabiliyeti yüksek, şakadan da anlıyor. Feleğin çarkı bir gün ters döner de aşık olacağı tutarsa Tantalos işkencesi bile onun bir bakışı yanında hiç kalır! Bu adamın adı da James olsun.

Yüreğimizi tam ortadan ikiye yarıp üstüne tuz basan o şarkının, ayrı dünyalara ait kahramanları Ella ve James. Bahsi geçen şarkının “dediler zamanla hep azalırmış sevgiler…” kısmı James’ ın bayılacağı türden. Gerçekçi. “olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter!” kısmını can-ı gönülden söyleyen ise Ella.

Bu iki insan, belki bir konferans salonunda karşılaştılar, belki bir sokakta bulamadığı bir adresi sordu biri diğerine, belki hiç görmediler birbirlerini, belki birinin çektiği fotoğrafta diğeri de yer aldı farkında olmadan, belki evlendiler ve çocukları oldu, belki evlendiler ve mutsuz oldular, belki çocukluk arkadaşıydılar, belki büyüdüler ve yeniden bir “oyun” oynamaya başladılar, belki biraz fazla gerçekçi bir oyun oynadılar. Hani şu aslına çok benzeyenlerden!

hayalperest edit: Biraz önce okuduğun yazı sadece seni heveslendirmek için nosta tarafından atılmış küçük bir adımdı sevgili okur! Kahramanların adı ne kadar gerçek olsa da hikâyeye dair tek bir ayrıntı fısıldamadım kulağına. Arda S, Perçem ve sen henüz yüzünü göremediğim okur, izle bu filmi. İzle ki, gerçek, hayal katmanları arasında yavaş yavaş kaybolsun!

19 Aralık 2010 Pazar

Ve karşınızda Huhg Lauire!


Aksi, geçimsiz, sabırsız, uyumsuz, hazır cevap, topal, dağınık, okur, çizer, bağımlı, gitarist, asosyal, yalancı, egoist, piyanist, aşk düşmanı, deha, narsist, doktor! Veee karşınızda House.. Greg House!

House’ı nefes almadan seyrederken insan kendi kendine şu soruları illa ki soruyor, “Bu adamın nesine hayranım?! / Çevresine karşı son derece umursamaz, hayata karşı bu denli ciddiyetsiz bir adam hayran olunan bir tanrı olmayı nasıl beceriyor?!” Bu soruların cevabını henüz bulamadım. Bulacak gibi de durmuyorum. Cevaplara meyletmeye pek meraklı değilimdir. İşin aslı bu galba! Sevdiğim adamları “neden” sevdiğimi düşünmeyi pek sevmiyorum . Ama şundan eminim, benim sevgililerim sevgisiz adamlardı! Bu konuda anlaşalım ey okur, House’da öyle!

House deyip duruyorum, bu adamın bir ismi var ya hu! Karakterin, oyuncunun adının önüne geçmesi ve hatta “gerçek” adını unutturması ne acıdır oysa! Hugh Laurie, House olmaktan, ödüllü bir oyuncu olmaktan öte bir yazar. Bu satırlar seni sadete götürecek, merak etme okur! Ve işte bu yazarın kitabı artık Türkçede! Nihayet kavuştuk birbirimize. Henüz yeni başladım, ama yakındır son sayfaya geldiğimde sana anlatacağım şeyler!

Bir kitabı eline aldığında tüm seslerin susması, kalbinin "güm güm" çarparak göğüs kafesine tehditler yağdırması, "dayanamıyorum, çıkıcam ulan!" der gibi atması nasıl bir histir bilir misin sevgili okur?! Ben bilirim. Adı şu an lazım olmayan üç beş yazar tanıdım bana "bu"nu hissettiren. Yeni çıkan kitaplarını elime aldığımda çığlıklar attım, bağırdım, tepindim! Huhg Laurie de onlardan biri. "The Gun Seller" (Silah Tüccarı) bi'kaç sözcük oyunundan, altı çizilmesi muhtemel uzun cümlelerden daha başka / daha fazla bi'şey vaat ediyor bana. Avuçlarıma sığacak küçüklükte olan bu "şey" yalnızca bir "kitap" olamaz değil mi ey okur?! Böylesi çok saçma!

Pembe gözlüklü nosta, Wonderland'dan bildirdi.

Okuyun, okutun!


16 Aralık 2010 Perşembe

Upuzun Bir Liste

Kediler ve Kitaplar'da okumaya doyamadığım, "waaoow" dediğim bir liste çarptı gözüme. Dedim ki, "Ey zaman izin ver bana! Ben de şöyle bir liste yapıvereyim. Hem gönlüm hoş olsun, hem de güzel şeyler düşünmek için bi'fırsatım olsun!" Can sıkıntısından, işlerin yoğunluğundan, bitmek bilmez bel ve sırt ağrılarından birazcık zaman çalıp karaladım bi'şeyler. Unutulan, gözden kaçan, hafızaya yenik düşenleri de olmuştur elbet. Onları da sen tamamlarsın de mi sevgili okur?!



Geçen yıl gördüğünüz en iyi film:
Mr.Nobody, Antichrist, El Secreto De Sus Ojos, 36 Wievs of Saint-Loup Peak ve Agora

En hafife alınmış film:
Bitter Moon, The Man from the Earth, Le Scaphandre et le Papillon, A Single Man

En şişirilmiş film:
Titanic, Twilight serisi, Before Sunrise / Before Sunset, The Notebook ve evet Inception

Sizi gerçekten mutlu eden film:
Amelié, Cashback, 500 Days of Summer, Big Fish, Dum Durakov, Im Juli, The Fall vee Garden State

Sizi hüzünlendiren film:
Shi-gan, Bad Education, Das Leben der Anderen, Dancer in the Dark, Mar Adentro, Revolutionary Road, El Laberinto del Fauno ve elbette Arizona Dream


En sevdiğiniz aşk hikâyesini barındıran film:

Un Coeur en Hiver. Düşünmek lazım ya hu, kim bilir nasıl hayıflanıcam tam uykuya dalarken aklıma gelen onca caanım aşk filmine!

En çarpıcı, en afallatıcı sona sahip film:
Oldboy, The Usual Suspect, In Bruges, Doubt. Hadi The Ghost Writer'ı da ekleyeyim, basbaya "bomba"ydı onun da sonu.

Defalarca izlediğiniz film:
Eternal Sunshine of the Spotless mind, Amelié, Ameros Peros, Naked, Hable Con Ella, Fight Club ve Brazil

Klâsiklerden en sevdiğiniz film:
Hiç kasmayayım, bu konuda berbatım çünkü. Bi'türlü sevemedik klasiklerle birbirimizi. Det Sjunde Inseglet'ı hariç tutuyorum.

Nefret ettiğiniz film:
Twilight ve Saw serisi

Gizli gizli sevdiğiniz film:
İtiraf ediyorum ey okur, Bridget Jones'a bayılıyorum!

Kimsenin sevmenizi beklememesi gereken filmler:
Nicholas Cage filmlerinin tümü. Sevgili Nicholas azalarak bit!

Kendinize en yakın hissettiğiniz film karakteri:
Bu soruya hiiiç düşünmeden bağıra çağıra cevap veriyorum, Ben Grace'im, Arizona Dream'in adamasmacadeğilkendiniasmacaoynayankızı Grace!

Sizi hayalkırıklığına uğratmış film:
Dr. Parnassus. Ah be Terry Gilliam yıkmıştın beni. Ve evet Alice in the Wonderland'da beni yıkıp geçen filmlerdendi.

En sevdiğiniz korku filmi:
El Orfanato ve Drag me to hell. Kısa ve öz diye buna derler işte.

Favori oyuncunuzun en sevdiğiniz filmi:
Sürekli kendimi mi tekrar ediyorum acaba sevgili okur! Üzgünüm, cevabım yine aynı yere götürüyor beni. En sevdiğim oyuncuya Johnny Depp'ten başkasını yazarsam ellerim tutmaz, gözlerim görmez olur. Arizona Dream, Ed Wood, Sweeney Todd ve Public Enemies'te müthişti bu adam ya hu!

Merakla beklediğiniz film:
Black Swan, Biutiful, Abraham Linclon: Vampire Hunter


Cesarete ihtiyaç duyan edit: Bu listenin "kitap"lı olanını da yapsak mı acaba?!

14 Aralık 2010 Salı

Nosta'nın Kadınları

Eğer "onlar" olmasaydı adımın anlamıyla yapayalnız kalırdım ben. O anlam ki, bir anda buza çevirir dünyayı.

Arizona Dream / Grace

Canım Grace!
Sen biliyordun dünyanın ne çekilmez, ne sevimsiz bir yer olduğunu. Herkes "şaka" zannetti, değildi.

Akordionu bu kadar hüzünlü kılan, kaplumbağalara ve balıklara ruhunu üfleyen, gecenin en karanlık saatinde ölümden hiç korkmayan, şapkasıyla, pamuk beyazı elbisesiyle yok'luğa koşan, yağmurları yağdıran, notalara hükmeden Grace, hayata yeniden "bak, ben geldim. söz verdiğim gibi döndüm işte!" dediğin günü, yaşgünüm ilan edip bekliyorum..





Chocolat / Vianne


Aşkı bulmuş mutlu yanı da yansırmış filmlere meğer insanoğlunun. Hayattaki tek gerçeğin "acı" olduğunu bilsem bile inanasım geliyor mut'lu filmlere, ki Vianne'nin de sakladığı bir sır vardı. Sustuğu, kaçtığı biri/ bi'şeyler vardı.
O en neşeli anlarda bile insanın içine oturan, boğazında düğüm olan "şey" var ya, "mutluluk" değil onun çaresi. Çikolata da değil. Avaz avaz bağırmak belki durduk yere ki o da mümkün değil.

O sır'la yaşayacaksın ey insan! Senin trajedinde bu! Susarak yaşamak.



Le Hérisson / Renée

Ah canım Renée, Ruh eşim!

Bu dünyada "çirkin" olmanın bir başka anlamı var. Sen bilirsin neden bahsettiğimi, Arda'da bilir. Saklanmalar, insanlardan korkmalar, kaçmalar, boş yere utanmalar. Perde aralarından görülen manzara karşısında yaşanan dehşet. Aşkı gördüğünde bir türlü inanamaman, "gerçek"e duyduğun öfkeden değil, biliyorum. Bu inanamamak, insana duyduğun öfkeden.

İçimde değilsin, içimsin Renée!






Fight Club / Marla


Marla,
damağımdaki kesik,
gözlerimdeki buğu,
beynimdeki tümör,
ellerimdeki ağrı,
ruhumdaki uyuşukluk,
kaybettiğim cesaret,
tüm umursamazlıklarım,
akıl erdiremediğim hayat,
okunmamış kitaplar,
izlenmemiş filmler,
umutsuzluğa endeksli aşk hikâyeleri.

Sen kendini kaybetmiş bir tanrısın Marla, bizler de sana inanan öfkeli kalabalığız.

in marla we trust!



Dom Durakov / Zhanna

Ah be Zhanna, gözlerindeki bakışın a-normal olduğunu zannedip nasıl tıktılar seni savaş zamanı o "deliler evi"ne!
Ve sen her şeye boş verip nası yaktın abayı, o ünlü ve şahane müzisyene!
En az Grace kadar hüzünlüsün, aşıksın ve ruhumsun sen de! Sana "deli" diyenlere aldırış etme! O delilik ki, gerçeğin ızdırabından kurtarır insanı.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Ara-lık


Bir mevsimi özlemek bir şehri özlemekten daha zordur ey insan! Zordur çünkü mevsimin içine hapsettiği, içine çektiği anılar da gittiğin her yere koşarlar peşinsıra. Anı dediğimiz yazıya kolaydır da ruha azab verir. Bu azab ki geçmişe bakıp bakıp iç geçirmene, iç çekmene, içine atmana, içli içli ağlamana sebep olur. “Ucu iç’e varan tüm hadiseler dehşetlidir.” diyorsan sana doğru ara-lık duran o kapıdan sorgusuz sualsiz gireceksin içeri. Kış’ı seveceksin. Er ya da geç kardan adam yapmadan geçen çocukluğuna, suratının ortasına “şak” diye yemediğin kar topuna, oyun oynarken bile köşe bucak saklanmış olmana yanacaksın. Ve hatta sadece çocukluğuna yanacaksın.

Ara-lık. Dünyayla tanıştığım ay. Dünyamı keşfedişim ilk hecesi. "Ara" ?!

Bugün şehrime “kar” yağdı. Ben hiç durmadan, nefes almadan, yazmazsam ölecekmişim gibi sanki Arda’ya mektup yazdım. Ben yazdıkça gökten çocukluğum yağdı! Yeminle bak, sana şunları yazan gözlerim gördüler o kırmızı eldivenli minik kız çocuğunu.

O minik kız çocuğu ki, bugün anladı bir kardan adama atkı takıyor olmanın onu yok ettiğini. İşte bu sebepten ki, gördüğün resimde bir "atkı" yok. Yani bir "sır"da yok.

Akıl erdiremediğim, ne geri dönebildiğim ne döndürebildiğim çocukluğumun kardan adamları, siz de affedin beni!

Bu arada, kar'ın beyazlığına aldanmayıp, ona "karakış" diyenler, ben hiçbi zaman affetmeyeceğim sizi!

8 Aralık 2010 Çarşamba

Sadece İnsanların Değil, Tanrıların da Kaderi Vardır

Mitoloji’nin önümde sereserpe açtığı o ışıltılı kapıdasaatlerdir bekliyorum. Gerçek bir kapı değil bu elbet. Ama tüm “gerçek” kapıları kıskandıran cinsten, sapasağlam ve bir o kadar da kudretli.

Her fırsatta yineliyorum, bilen bilir ey okur! “gerçek”le aram pek iyi değildir. Sadece bu kadar da değil, “mübalağa” sanatını icra etmeyi de pek severim. Belki sırf bu yüzden mitlerde yaratılan “yapay” gerçekliğe, o kudrete, güçe, intikam duygusuna değil de o affediciliğe, acı’ya direnişe meftunum. Atlas bilir dünyanın ne ağır, ne kanlı olduğunu, ne çok kül koktuğunu. Ben ondan duydum.

“Her şey”in tanrısı var, diyordum kendi kendime. Gökyüzünün, yeraltının, savaşın, aşkın, intikamın, şarabın, uykunun – ki adının hypnos olduğunu öğrendiğimde kalbim güm güm çarpmaya başlamıştı- denizin tanrısı / tanrıçası var da neden, niçin, hangi sebeple rastlantı tanrısı yok!, diye diye efkarlandığım çok olmuştur. Öyle, içli içli, kendi kendime. Yoksa haddine midir Zeus’a kafa tutmak insanoğlunun.. Mitlerde de yeri yok’sa rastlantının, bu ne tuhaf bir rastlantıdır, diyerek merakıma, ket vurmuştum. Kabullenmiştim yani.

Şimdiye bir başka sıkıntı hasıl oldu içimde. Geçen gün dedim ki kendi kendime, Zeus neden gökyüzü, Ares neden savaş tanrısı? Kim bunlara “ol” dedi. Düşünsene ey insan! Bir tanrı’nın kaderini kim seçer, tanrılarında var mıdır insanlar gibi bir kaderi?!

“Zeus, babası Kronos’tan intikamını alınca,

Kendilerini evrenin hükümdarları yapan tanrılar, mekânlarını belirlemek için kura çekmeye karar verdiler. Tanrıların tanrısı olan Zeus, gökyüzünü çekti ve tüm gökyüzüne hakim oldu. Poseidon denizi çekti ve orda yaşayan tüm canlıların efendisi oldu. Ağabeyleri Hades, Zeus’un sonsuz cezaya çarptırdığı mahkumlara ve ölülerin ruhlarına hükmettiği Ölüler Ülkesi’ni seçti ve dünyanın altındaki karanlık bölgenin efendisi oldu. Hiçbir tanrı yeryüzü’nün hükümdarı olamadı. Çünkü kurada “yeryüzü” yoktu. Yeryüzü hepsinin ortak toprağıydı.”

diye yazıyor bir mitoloji kitabında. Niçin Rastlantı Tanrısı olmadığını şimdi sen de anlıyor musun ey insan?! Tanrıların çektikleri kura ki, belirsizliğe son veren bir başka belirsizliktir. Onların ellerinden tutan, “ol” diyen rastlantıdır. Kendini ispat ise mevzu rastlantının buna ihtiyacı yoktur. Ne mutlu!

1 Aralık 2010 Çarşamba

Meğer Sır Duruyormuş Gözümüzün Önünde

Tüm aile bireylerinden, dostlardan, eski sevgililerden, ilk aşktan, yılbaşlarından, açılmaya korkulan hediye paketlerinden, O’na giderken uçsun istediğiniz dolmuştan / otobüsten, zevkle, balla, ekmeğe sürülen çikolatayla yaptığınız kahvaltılardan ve dahi sadece ekmekten, iç muhasebelerinden, acı kahvelerden, akşamdan kalma baş ağrısından, tıka basa izmarit dolu kültablalarından, yazılan bir şiirden, altı çizili bir kitap cümlesinden, renkli sahifelere yazılmış mektuplardan, vicdan azablarından, siz olduğunuza bir türlü inan(a)madığınız eski fotoğraflardan, dağınık masadan, alınmış ama gönderilmemiş kartpostallardan, canınızın dondurma çektiği bir anda kutunun içinden çıkan patlıcan kızartmasından, anne gözyaşlarından, baba suskunluklarından, yerli yersiz biten kalem uçlarından, ruhunuza bir sakız gibi yapışan düşkırıklıklarından, çok daha fazlasını öğretmiştir yukarıda duran resim bana.

Küçüklüğümün sağlık ocaklarında, doktor tatsız tuzsuz o tahta parçasını dilime değdirirken, ben “aaaaa!” diye sonsuz bir bağırış içinde ama yine de bir şifa umuduyla sabrederken, bir anneme bir bu resme bakardım. Annem “birazcık daha dayan” der gibi yüzüme bakardı. Ondan yüz bulamayınca bembeyaz duvarın üzerinde kara bir leke gibi duran bu kadına bakardım. O da bana bakardı. Annem gibi, “dayan” der gibi bakmazdı ama. “SUS!” derdi bana. Gözleriyle, elleriyle, kıyafetiyle “sus!” derdi. Susardım ben de. Hem de çok susardım. Gören bir daha konuşamayacağım sanırdı.

Vakti zamanında anlayamadığım bu sır, nedendir bilmem bugün düğüm oldu boğazımda, hatırlattı kendini bana. Meğerse kimsenin bana o yaşta söylemeyi akıl edemediği bu “sır”, bu “sus” ne mühimmiş.

Şimdi, var gücümle -ama susarak- şunu anlamaya çalışıyorum. Sus'mak bu kadar mühim bir hadise ise neden bunca çileye katlanıp konuşmayı öğrettik o yazık çocuklara. Bu, sevinçle elinize aldınığınız, okumaya başlayacağınız bir kitabın daha ilk sayfasındayken rızanız olmadan sizden alınması gibi. Sözcüğe varacak ilk hece dudaklarımdan çıktığında ağzıma "şak" diye inmeyen o tokat, durup durup her fırsatta yüzüme iniyor şimdi.

30 Kasım 2010 Salı

Çok Eskiden Rastlaşacaktık..


Hüznün bu türlüsüne hayranım, daha’sı elimden gelmiyor sevgili okur. Üstelik bu kez abartıda yok. Onlarca kez izlesem, bir diğeri hep eksik kalacak. O siyah beyazlıktan mıdır, yoksa Sabiha ve Halil’in umutsuzluğa endeksli aşk hikayesinden midir bilemedim üzerimde bıraktığı bu dehşetli etki. Belki manasız geliyor sana, belki anlamıyorsun ne demek istediğimi. Ama izleseydin, eğer izleseydin sen de, eminim sen de düşünecektin, "başka türlü bitemez miydi bu film, ah be lütfi abi?!" diye. Öyle bir "son" var çünkü. Başka türlüsüne kafa yorduran, başka bir ihtimale muhtaç olduran bir son.

Halil, fethipaşa korusu’na çıkar, sigarasını yakar, henüz boğazsız denizi seyre dalar. Konuşmaz ama siz anlarsınız, bilirsiniz içinden geçenleri. Bir başkadır İzzet Günay bu filmde. Sanki sahiden Halil gibi. Adının anlamıyla sarılır hiç tanımadığı Sabiha'ya. Bir "dost" bir "sevgili" gibi. Evlidir ama aşıktır da.

Sabiha, “basit” bir pavyon kadını değildir. Sadece aşıktır. Körü körüne aşık. Deli gibi aşık. Kararsız bir aşık. Adının anlamı gibi "güzel" bir aşık.

İstanbul, en yalın haliyle, en aşık haliyle seriliverir önünüze bu filmde. Sabahın seherinde ya da gecenin en kör saatinde 68’in umutsuz aşklarına ev sahipliği yapar, boğaz yoktur, gürültü yoktur, insan yoktur. Birbirini kesen loş sokakları pavyon ışıkları aydınlatır.

Vesikalı Yarim, şimdiye dek izlediğim en güzel “ilk görüşte aşk” , en müdhiş “seviyorum ama ayrılmalıyız” sahnesine sahip film / şiir / roman.

Susmalı şimdi, film konuşmalı,

halil: sabiha asıl adın mı?
sabiha: yok yalancı! takma isim olsa sabiha mı olur...


halil: ıhlamur da aldım. ara sıra pişir e mi?
sabiha: olur.(biraz durduktan sonra)
halil! bu evi şimdi seviyorum.
ondan evvel... ne biliyim ben, bi' barınaktı sadece. şimdi ev oldu.

sabiha'nın arkadaşı: çık karşısına, evli misin diye sor.
sabiha: soramam!
sabiha'nın arkadaşı: nedenmiş o?
sabiha: ya evliyim derse.


sabiha: her birimiz yolumuza gitsek.
halil: yolumuz?
sabiha: öyle..
halil: birleşti, biliyorum.
sabiha: yok. birleşecek gibi değil.seni tanıdıktan sonra anladım bunu.
senlen beraber olduktan sonra seni...sevgi de yetmiyormuş.
çok eskiden rastlaşacaktık.

25 Kasım 2010 Perşembe

Bi Umut Gördüm Sanki

Ne zamandır Çağan Irmak’tan söz açmak, iki kelam etmek niyetindeydim. Hazır “Prensesin Uykusu” da girdi vizyona vesile olsun.

Mustafa Hakkında Her şey ‘le oldu benim tanışmam. Bir heyecan, bir heyecan. Hızımı alamamış, bi’kaç kez daha izlemiştim filmi. Vizyon filmlerini takip etmemekle birlikte Çağan Irmak’ın tüm filmlerini sinemada izlediğimi fark ettim. Sen buna ister “tesadüf” de, ister gizli bir Çağan Irmak hayranlığı. Ben ilkini daha romantik buluyorum.

Her filmi teker teker irdelemek niyetinde değilim. Zaten buna hafızam da yetmez. Benim derdim yönetmenin kendisiyle. Sinema diliyle, edebî bakış açısıyla ilgisi yok söyleyeceklerimin. Bundan yıllar önce “Ulak” bitip, sinema salonu boşalmaya başladığı an, yanımda biriken kalabalığa karışmadan az evvel bi’umut gördüm sanki.

Yazan, anlayan, anan bir insan gördüm. Samimi bir hüzün, senaryo değil de gerçek gibi.. sanki o da bizdendi. Hani şu çocukluk ve büyümek’in arafında takılı kalmış, bir tuhaf yazık ruh.

Okudukça şaşıyorsun sevgili insan! Bunu soluk alışlarından anlıyorum. Issız Adam’ı, Babam ve Oğlum’u ayrı tutuyorum elbet. Onlar Çağan Irmak’ın yan(lış) yolu seçmiş kolaycı tarafının “iş”leri. Bu yüzden “film” değiller. Bir nevî “doğru” işler yapmak için yarattığı çek makbuzları. Bir suçu varsa bu adamın nazarımda o da şudur: para sevgisi.

Karantakiler’i, Ulak’ı yaratmış bir zihin, yalnızlığa kafa yormuş bir göz, duyulmayanı işitmeye çalışmış bir akıl ancak “para” için kapatır kendini.

Masallara olan düşkünlüğünü Babam ve Oğlum’da sereserpe açıklamak, Prensesin Uykusu’nun film afişine iri puntolu harflerle yazdırmak yerine, Ulak’taki gibi sessiz sedasız ama filmin kendisi “masal” –mış gibi yapsaydı keşke. Issız Adam’ı hiç çekmeseydi mesela, araftaki o yazık ruhu, benim gördüğüm umudu kaybetmeseydi. Keşke vıcık vıcık kenetlenmiş “sevgili” ellere, “ben asla o adam gibi olmayacağım aşkım” diye birbirine bakan boş gözlere, “Gördün mü evlat bizim kuşak neler çekti” arabeskine malzeme etmeseydi kendini. Benim öfkem buna

Bunca sözün ardından inandığım şudur ki, Prensesin Uykusu Çağan Irmak’ın yan yolu seçmiş kolaycı tarafının filmi. Anladım artık, onun tarzı bu. Bi’ondan, bi’bundan. Biliyorum ki önümüzdeki film gayet “sağlam” olucak. Yani benim hala umudum var. Karanlıktakiler’i yazan ele, onu film yapan (muhtemelen biliyordu az kişi tarafından seyredileceğini) cesarete saygım var.

Ben ve bir “yalan” değilse eğer gördüğüm o “şey” beklemedeyiz. Her daim olduğu gibi bu kez de meraka ve zamana teslimiz.

23 Kasım 2010 Salı

Auster Bunu Yapmış Olamaz!

Uzun zamandır kafama takılan bir hadise var. Ölçüp tartmaya çalışıyorum, hatırlamaya uğraşıyorum ama mümkün olmuyor. Facebook’ta ve sözlükte Auster hakkında birkaç giri / cümle okudum. İçim acıya acıya okudum. Doğruluğuna inanmayarak, bu sözü yazanların / paylaşanların cür’etine şaşarak okudum. Şaşıyorum çünkü, onlar için önemli olan az buçuk arabesk nağmeler taşıyan bu sözlerin, kim tarafından, neden söylendikleri, nerde söylendikleri, hangi sebeple can buldukları değil. Onlar için önemli olan bu cümlelerin hızlı bi’şekilde okunduğunda yarattığı uyak, “anlam”a ve “neden”e takılmadan, düşünüp yoğurmadan, kulaklarında kalan “o eşsiz tını”ya bayılıyorlar. Bense oturduğum yerde bi’sigara daha yakıp, sinirden kuduruyorum.

Az buçuk internetle haşır neşir iseniz, sizin de dikkatinizi çekmiştir elbet hızlı okunduğunda o eşsiz tınıyı yaratan “boş” sözler..

Auster’ı severim, kimileri buna hastalık ya da takıntı diyor, ben “anlaşmak” diyorum. Dünya üzerinde sizinle aynı yerden gelmese bile, aynı yere giden birini bulduğunuzda, önce heyecandan ölecek gibi olur, sonra bulduğunuz O’na sımsıkı sarılırsınız. Bu bir dost olabilir, bir yazar, bir şair ya da bir film bile olabilir. Auster’la benim aramdaki “şey” tam da böyle.

Konuyu dağıtmadan “o eşsiz tınılı” sözlere gelecek olursam, bunların Auster’ın kaleminden dökülmediğine, tek bir kahramanının ağzından dahi bu cümleleri kurmadığına eminim. Tüm kitaplarını okumuş olmakla övünmek gibi bir derdim yok, bunu anlamış olmalısın. Yazmış olsaydı, yayınlamış olsaydı muhakkak bilirdim. Birazcık “sert” oldu, farkındayım. Bunu da öfkeme ver, anlamayan insan’lığa olan o anlamlı öfkem. Bunca söz ettikten sonra o sözleri de yazayım. Merakına feda etme kendini.

"hayatın matematiğinin farklı olduğu hep sonradan anlaşılıyor. ve anlıyor ki insan; değer vermek yalnızca matematikte işe yarıyor." (off off! bu of ki, öyle derin manalar taşır.)

"ne kadar seversen sev, asla belli etme sevgini. çünkü sevdiğin kişi, sevildiği kadar üzecektir seni" (şu yaratılan yapay kafiyeye bak ey insan! Cezmi Ersöz'le Auster arasında bir fark görmüştüm ben oysa.)

"hayat öyle oyunlar oynuyor ki, nereye tutunsam düşüyorum. tam da palyaçonun dediği gibi, ağlayamadığımdan gülüyorum."(Bu sözde sahiden çaresizim. Auster bunu yapmış olamaz!)

"ben 4 kişiyim: 1 ben, 2 içimdeki, 3 aynadaki, 4 kalbimdeki.. beni geç, içimdeki zaten deli, kır aynadakini.. ya kalbimdeki ?" (5 sen, 6 o, 7 biz, hooop! Müslüm Baba bunu şarkı yapsın, lüüüütfen!)

Sözlerim bitti, ben de bittim. "Hayır efendim, sen yanlış biliyorsun! Şu kitabında bu sözü söylemiştir, al buyur ispatı." diyene kapım ardına kadar açık. Çalmadan girsin içeri.

18 Kasım 2010 Perşembe

Zaman Zaman Üstüne

"...zamanın akışının tersine yüzmek istiyorum derken söylemek istediğim buydu: bazı olayların sonuçlarını silmek ve en başa dönmek. ama hayatımın her anı yeni olaylar birikimiyle yüklü ve bu yeni olayların her biri kendi sonuçlarını beraberinde getiriyor; öyle ki ben yola çıktığım sıfır noktasına dönmek istedikçe ondan daha çok uzaklaşıyorum: bütün eylemlerim bir önceki eylemin sonucunu silmeye yönelik olsa ve bu silme işleminde yüreğimi anında ferahlatarak umudumu artıran kayda değer sonuçlar elde etmeyi başarsam da, önceki eylemlerin sonuçlarını silme konusundaki her adımım, durumu öncesine göre zorlaştıran yeni olaylar yağmuruyla karşılaşmama yol açtığını unutmamam gerekiyor ve sırası gelince onları da temizlemek zorunda kalıyorum."

Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu

15 Kasım 2010 Pazartesi

Senaryo Niyetine..



Arda Sedefçigil için;


Bi’yerde iki kadın yazdı, bi’adamla kadın yaşadı.. peşi sıra sürüklendi daha uyumamış olanlar kendi yönlerinde… uyuyanlar tekrar uyumak için devam ettiler uykuya..

Bi’yerde iki kadın yazdı..

Adam yolda koşuyordu. Adam yolda koşarken düştü. Adam yolda koşarken düştü, kalktı.. adam yolda daha hızlı koştu. Adam yolda daha hızlı koştu, daha sert düştü.. adam yolda daha hızlı koştu. Adam yolda daha hızlı koştu, daha sert düştü, daha çabuk kalktı. Yol bitmedi. Yol devam etti. Adam gelmişti. Kadın uyuyordu. Adam konuştu:

- koştum, koştum, koştum, düştüm, kalktım, koştum, daha sert düştüm, daha çabuk kalktm, geldim.

Kadın uyuyordu, adam konuşuyordu. Oda hareket ediyordu. Her şey düşüyordu. Kırılıyordu. Kıvrılıyordu. Kadın uyuyordu. Adam konuşuyordu.

Adam sustu. Oda hızlandı. Uyku derinleşti. Adam geri döndü. Koştuğu,düştüğü, kalktığı yola döndü. Koştu düştü kalktı. Yön ters yol hep aynı. Artık biliyordu. Düştüğü yerlerde bir daha düşmedi. Karşıdan hızla, yavaşça koşanlara çarptı. O düşmedi. Bazıları düştü. Bazıları kalkamadı…

Kadın uyuyordu. Adam birden yoldan çıktı. Artık sadece koşabilirdi. Gitmek ve gelmek yoktu. Yol yoktu. Her şey ters akmaya başladı. Yön yol değişmezdi.

Kadın uyanışa uyuyordu. Oda kendini toplamaya başladı. Birleşti, düzeldi. Tamamlandı. Kadın uyanışa uyanıyordu. Adam artık koşuyordu. Adam suyun kenarına geldi. Durdu. Yattı. Oda durdu. Tamamladı kendini, kadın uayndı. Diğerleri artık daha hızlı ileri koşuyordu. Kimse düşmüyordu. Kadın konuştu:

- ben seni hiç duymadım. Duymuyordum. Hangi uykuya yatıp, hangi uyanışta uykuya daldım. Ben seni hiç duymadım. Uyuyordum. Uyanmak için ben seni hiç duymadım..

Adam konuştu:

- ben koştum, koştum, koştum, düştüm ve kalktım. Yoldaydım… geldim… konuştum… sen beni hiç duymadın. Gittim.. uyurken sen uyanışını görmedim. Yoldan çıktım. Sen beni hiç duymadın.

Adam gözlerini kapadı. Uykuya daldı. Kadın gözlerini kapadı. Uykuya daldı. Su adamı örttü. Diğerleri yoldan çıktı.

Bi’yerde iki kadın yazdı. Adamla kadın uyudu.

Bi’yerde iki kadın hiç uyumadan yazdı. Yoldan uzakta bi’yerde diğerleri kayboldu.

11 Kasım 2010 Perşembe

Gelecekbilim Kongresi'ne Gitsek ya!

Waltz With Bashir'in yönetmeni Ari Folman, Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem’in "Gelecekbilim Kongresi" kitabını beyazperdeye uyarlıyor ey insan! Sen de benimle birlikte çığlıklar atmaya başlamadın mı yoksa! Dur hikâyesini anlatıveriyim. Asıl o zaman kopacak zihninde kıyamet!

Ijon Tichy, yorucu bir uzay yolculuğu dönüşünde dünyanın cennete döndüğünü görür, şüphelenir. (Kim şüphelenmez ki, dünya da cenneti görürse?!)

Tichy’nin araştırmaları, dünyada yaşanan asıl önemli değişimin bambaşka bir şey olduğunu ortaya çıkarır: Gerçek, hayal katmanları arasında kaybolmuştur. (Olsa ya böyle bi'şey sahiden. Derdim gerçek'in "puf" diye ortadan kalkmasını değil insan. Derdim, gerçek'in hayaller içinde kaybolmaya yüz tutması. Kaybolması hatta. )

Kimyasal uyarıcılarla her türlü ruh haline sokulabilen insanlar, yeryüzü cennetinde değil “kemokrasi”nin egemenliği altında yaşamaktadırlar...
Ve senin de tahmin ettiğin üzerine olaylar gelişir..

Işık hızıyla geçsin günler. Geçsin ki, bir an önce seyredelim gerçek'in hayal dünyasında yaşadığı o dehşetli yenilgiyi!

Elif, Hoşça Bak Zâtına...


Annemin aksine benim Elif Şafak’la tanışmam “aşk”la olmadı. Kitapçıda dolaşırken “tesadüfen” rastladığım bir kitap- ki kapağında dantelin üzerinde duran kocaman bir böcek vardı- ile çekti dikkatimi. Ne yalan söyleyeyim merakıma yenilip almıştım kitabı. Okuduktan sonra meftunu olmuştum. İnanılmazdı, güzeldi hatta dehşetliydi. Sonra “mahrem” geldi peşisıra. Kocaman bir göz ve nazar sözlük. Bu kitap, Bit Palas’tan da müthişti. Dur durak bilmeden okudum sonra. Varsa yoksa Elif Şafak diyemiyordum. Yok olmamalıydı çünkü. Hep okumak lazımdı bu kadını; yeniydi, zekiydi, aşktan da, geçmişten de, dönüp dolaşıp içine hapsolduğumuz o çemberden de haberdardı. Az şey miydi bu? Kaybedilmemeliydi. Şehrin Aynaları’nı okudum sonra. En az diğerleri kadar ve hatta onlardan da güzeldi. Büyü’lüydü bu kez okuduklarım.


Bir şeyler oldu sonra.. Anlamadığım, açıklayamadığım bir şeyler. İyi şeyler değildi bu olanlar. Ben üniversiteden mezun olmuştum, o evlenmişti. Ben iş bulmuş robotlaşmaya başlamıştım, o ilk çocuğuna hamileydi. Benim hayatım sıradan seyrinde gitmeye başladı sonra. Ama o durmadı. Neye inandırdıysa beni vakti zamanında, gitti tam zıttını yaptı. “ben köksüzüm” diyordu, bu dünyaya “iki elif” bıraktı. “Yersiz yurtusuzum” dedi, bunu gazetecilere, magazin dergilerine, orta sayfa köşe yazarlarına malzeme etti.


Bugün O kırklı yaşlara, bense otuzlarıma adım adım yaklaşırken iyice koptuk birbirimizden. Sabah defterlerimi ararken “Mahrem”i gördüm kütüphanede. Hızlıca karıştırıverdim. Altı çizilmiş cümleler, yuvarlak içine alınmış sayfa numaraları, ve el yazısı. “hoşça bak zâtına sevgili nosta!”


Ben dediğini yaptım Elif, vallahi yaptım. Hoşça baktım zâtıma. Sen yaptın mı bana dediklerini? Yukardaki elma şekerine gösterdiğin hassasiyeti gösterdin mi kendine de?

9 Kasım 2010 Salı

Keşke Yalnız Bunun İçin Sevseydim Seni Almodovar!

Patt Diphusa sıradan bir kadın değil ey okur! Patty, belki bir kadın bile değil, belki bir erkek, belki yasak yollardan geçmeye and içmiş bir ergen, belki cinsiyetsiz, belki aşık. Kesin olan bir şey var ama, Patty, Almodovar’ın ellerinden süzülmüş, “can” bulmuş bir roman kahramanı. Tıpkı Almodovar filmlerindeki gibi, çok gerçek. Geceleri dışarı çıkmayı, yalan söylemeyi, sevişmeyi ve kahveyi seviyor, tahammül edemediği şey ise, “insanların ilahi olduklarını kanıtlama isteği.”

Patidifusa İspanyolca şaşıp kalmak anlamında, Patty Diphusa ise, her şeye şaşıp kalmaya pek bi meyilli. Kendini tanımak için kitabın son kısmına Almodovar’la bir söyleşi bile eklemiş. Niçin Almodovar’ın yansıması olduğunu, nelerden hoşlandığını, içindeki bu sonsuz şefkatin kaynağını, uykusuzluğunun nedenini soruyor. Kahve eşliğinde “çok hoş” bir sohbet geçiyor aralarında.

Patty yalnızlıklıktan ve kendinden kaçar, üstelik bunu iyi bir mizah ve sağduyu dozuyla yapar.” diyor Almodovar.

Ve ben de Almodovar’a diyorum ki; Senin en büyük mucizen, çirkinliği aşka, güzelliği nefrete ve ihanete, şefkati kıskançlığa, karanlığı ışıltıya çevirmen! Onca filmden sonra bir neden daha var şimdi gözler önünde, adını bağıra bağıra gezmem için!

5 Kasım 2010 Cuma

Bakire Kızlar Manifestosu *

ben senin bildiğin kızlardanım kerem
alıcı gözle seyrederim kendimi vitrinlerde
ışığı kapatman yeter bozulmam kotla sevişebilirim
beni hep sev onlar da sevsin -göz çıkarmaz-
acıtırsa fermuarım yarın sevmeyebilirim

işte söyledim, nihayet söyledim, oh be söyledim
ben senin bildiğin kızlardanım sevgilim

karşıma çıkacağını mesela üç vakte kadar
ela olduğunu gözlerinin şöyle omuz genişçe
-nasıl da biliyor ölmeyesice-
doktor olsun mühendiz... öğretmenler aç
kızım gözlerini aç benim gibi olma kaç
mesela sensiz yaşayamam sevgilim

güzel ve nassı farklı olduğumu;diğerlerinden-
hayvan isimleri koy bana;
küçüktavşanımcicikuşum- günde üç defa
benden önce yoktun di mi sevgilim?

işte söyledim, nihayet söyledim, oh be söyledim
ben senin bildiğin kızlardanım sevgilim
bütün kızlar gibi aşka şiir
verebilirim...

* Aslı Serin

30 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Starfucker Öyküsü

Starbucks şirketinin kurucusu ve yöneticisi Howard Schultz’un İsrail devletine maddi desteği protesto eden San Fransiscolu eşcinsel yerleşimciler “vaat edilmiş topraklar” olduğunu iddia ettikleri bir Starbucks dükkânını işgal ederk kafeye karton evler, bahçe mobilyaları, plastik ağaçlar ve “Madem Filistin’de Oluyor, Burada Neden Olmasın?” gibi pankartlar yerleştirdiler. Müşterilere bu Starbucks dükkânının eşcinsellere vaat edilmiş olduğu iddiasının kadim temellerini açıklayan bir el ilanı dağıttılar. – 2003 -

uzun lafın kısası, dünya hâlâ yaşanılır bir yer ey insan!


27 Ekim 2010 Çarşamba

Sitâre


nerden çıktın böyle karşıma Sitâre
efsaneler dökülüyor gülüşlerinden
kirpiklerin yüreğime batıyor
telaşlı bir kalabalığın ortasında
ayaküstü konuşuyoruz
nedim'im nigehbân nergisleri gibi
üstümüzde bütün nazarlar

çok utanıyorum Sitâre
dün oturup hesap ettim
sen doğduğun zaman
ben bir askerî mektepte talebeymişim.
sen bilmezsin sitare
burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tesbih
geceler içinde uyuduğumuz birer siyah buluttu
her akşam dokuzda yat borusu çalardı
yat borusu baştan aşağı hüzün çalardı
bir derin uykuya atardım kendimi
siyah benli bir kız düşlerime kaçardı
ben de onu alır anamın düşlerine kaçardım

bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
seninle konuşurken sitare
aklıma yıldızlar dökülüyor
bir çaresiz zühre oluyorsun babil caddelerinde
ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan
binlerce meşalenin aydınlığı kımıldıyor saçlarında
gökyüzü salkım salkım
zigguratlar tıklım tıklım
dönüp dolaşıp dudaklarına takılıyor aklım
ah benim bu akıldan sıyrılmış aklım
kimi gün boşlukta konacak yer bulamayan
kimi gün inatçı yosunlar gibi
kepez diplerine yapışan aklım

gözlerine baktığım zaman Sitâre
bütün çöllere ay doğuyor
yoldaş ediyorum kendime
imrül kays'ı antere'yi a'şa'yı,
en kuytu vahaları dolaşıyorum
hangi vahaya gitsem çadırlar sökülmüş Sitâre
çadırla su arasında bir cılga var,
o cılgada narin ayak izlerin var
durgun suya düşüp kalmış gözlerin var
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
bazan sapsarı bir benizle geliyorsun
huysuz çizgileri alnında uykusuzluğun
biliyorum içinde bir sızı var
bıçak ağzı gibi ince bir sızı var
bu sızıdır işte seni verimsiz kılan
züheyr'in suad'ı gibi keremsiz kılan
kuzeyden güneye, güneyden kuzeye
hey gidip geliyorum bu çöllerde
kureyş'in heybetli ve inatçı develeri
hiç aldırmadan benim esmer sevdama
geviş getiriyorlar ufuklara bakarak
ben kaçıp yesrib'e sığınıyorum
yesrib bahane bir kitaba sığınıyorum
dağda, ovada, bâdiyede okuduğum hep elif
elif diyorum sitâre, sineme elif çekiyorum
''ah minel aşkı ve halâtihi...''
çok eski bir gerçektir bu biliyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum
sinsi bir yağmur altında beraber yürüyoruz
ve ikimiz de ıslanıyoruz
ben ne yağmurlar gördüm Sitâre
ben kaç kere iliklerime kadar ıslandım

bilmiyorum sen kaç yaşındaydın
ben göğü hep kurşun bir kubbe gibi ağır
o şehirde sınlsıklam gezerdim
bölük bölük insanlar boşanırdı tapınaklardan
tapınaklar insanları safra gibi atardı
sonra hepsi bir yere toplanıp bana bakarlardı
birgün bu şehrin kirli yağmurları alıp götürdü beni
gidip bir uygur çadırında göğü dinledim
kara bulutlar kükrerken bir kaşgar sabahında
oturup aprunçur tigin ile seni konuştuk

bakışlarımı sunuyorum tereddütsüz alıyorsun
gizli bir tebessümle çağırıyorum geliyorsun
kaşı karam gözü karam saçı karam
umay gibi yumuşak huylum
nerden çıktın karşıma böyle
sesin ılık bir bahar güneşi gibi
ığıl ığıl akıyor içime
asyanın bozkırlarında ordular düşüyor peşime
yığılıp kalmışım bu anadolu toprağına Sitâre
adam akıllı yorulmuşum
ellerin böyle olmamalıydı ellerine acıyorum
ve kim bilir kaç yıldan beri kalbimi öğütlüyorum
durup durup ıssız yerlerde
güçlü ol ey kalbim güçlü ol!
daha çok işimiz var diyorum
bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum
gözlerin mi daha sıcak gülüyor
yoksa dudakların mı anlıyamıyorum.

Dilaver Cebeci

22 Ekim 2010 Cuma

"benim en güzel çocukluğumu...."

Körpe bir çocuğun şiirle ilk tanışması yerli malı haftası veya on kasım münasebetiyle olursa, sen de takdir edersin ki, şiirden anladığı salt elma, sebze, kaş, göz, dudak, kapı, pencere, gül, leylak, tahta masa olur. Hele de öğretmen, ilk gençliğimizin üzerine kara bulutlar gibi çöken “belirli gün ve haftalar”da şiir okumak için bizi seçtiyse, çoğu zaman şiir, ezberlenmesi güç, okunması eziyet olan bir “sorumluluk” duygusundan öteye geçemez. Ya da geçmesi uzuuunca bir dönem alır. Evet, itiraf ediyorum, ben de o tayfadaydım.

Edip Cansever’le önümde açılan pencere, zamanla bir çok şairin havasını teneffüs edip, içime çekmeme yardım etti. Bunda Canım Edip kadar, Arzu’nun da payı büyük. Bazen gözüme gözüme soktu o cânım şiirleri, bazen bir kitap hediye getirdi, çok zaman üşenmedi aldı kitapları, sayfaları eline uzun uzun kendi okudu.

Seni bilmem ama, ben takıntılı bir tipim. Sevdiğim şeyi ıncık cıncık okuya okuya, izleye izleye severim. Yanımdakilere çoğu zaman gına gelir o ayrı. Ama iyi ki de öyleyim. Bir gün tesadüfen (ah şu tesadüfler!) “benim en güzel çocukluğumu ahmak bir ayak ezdi..” dizesini okumasaydım, Asaf Halet’le böyle doyasıya kucaklamazdım. Ve senin de birazdan okuyacağın şiiri, hiç okuyamayacaktım.

Asaf Halet, dev gibi bir adam.. bakanlar sana sadece gövdeni görmesinler, biliyorum, anladım (anlar mı sence kimse kimseyi?!) sen başka alemdesin!

İyi ki, iyi ki, iyi ki tanıştık. Bahtiyarım.

İbrâhim

"ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla.
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı.
ibrâhim,
güneşi evime sokan kim?

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasir put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim?

20 Ekim 2010 Çarşamba

Kayıp Bir Kitabın Peşinde: Paulina 1880



Epeyce uzun bir zaman önce, şimdi adını hatırlamakta bile güçlük çektiğim bir kitap okudum. Kitabın yazarı, konusu kaybolup gitti aklımın içinde. Ama gün gibi aydınlık bir epigraf var. Şöyle yazıyordu bilmem hangi bölümün başlangıç bölümünde;

“…Beni kim sevecek acaba, kim öldürecek?”

Fazlaca etkilenmiş olmalıyım ki, Pierre Jean Jouve’ın yani sözün sahibinin peşine düştüm. Paulina 1880 isminde bir kitabın yazarıymış ve benim meftun olup, üstüne hayallere daldığım bu cümle o kitabın bir parçasıymış.

Paulina 1880’i bir türlü bulamadım. Ankara’da sormadığım kitapçı, kapısını açmadığım sahaf, arşınlamadığım kaldırım kalmadı. Kitabı bulamadım.

Şimdi bambaşka bir zaman dilimine geçiyoruz. Eylül 2008. yine Ankara. Altan gelmiş izmir’den. Önce oturmuşuz bir güzel yemeğimizi yemişiz. Sonra başlamışız karanfil’deki kitapçıları gezmeye. Altan’ın derdi büyük, Karamazov Kardeşler’in ilk baskısını bulmak istiyor. Ben de yarenlik ediyorum. Var mı yok mu, diye gezinirken bulduk bir yerde. Birazcık eski ama olsun. Tam çıkmaya yakın bir kitap ilişti gözüme. İçimde havai fişekler patladı bir bir. Derin bir çekiş ve elim sonunda uzandı kitaba. Paulina 1880. “hediyem olsun” dedi kitapçı, “madem yıllardır arıyormuşsun, hediyem olsun!” Eyvallah!

Bir solukta derler ya, aynen öyle. Okumak değil o, resmen içine çekmek. Çektim ben de en derine.

“Bu karanlık bir roman” diyor yazarı. Paulina’nın içindeki şehveti ve tutkuyu erken yaşta keşfetmesiyle, babasının arkadaşı olan kont’la yaşadığı yasak aşkla başlayan roman, bir manastıra, ordan da bir hapishaneye kadar uzanıyor. Kendini maddi acılara adoyor Paulina. Bedenini yaralıyor, Tanrı’nın oğluyla bir olmak istiyor. Şehvet ve tanrı arasında kalakalıyor. Dini duygularla, esrarlı günah.

“Bu kitap, yaşamın ve ruhun sınırlarını zorlayanlar içindir…” diye yazıyor Paulina’nın arka kapağında. Sanırım bu bilgilendirme için haklılar.

“Ya Tanrı seni cehenneme atmayı isterse? –Beni cehenneme atmak mı? İyi yürekliliği bunu yapmaktan alıkoysun onu. Ama gerçekten beni cehenneme atarsa, ona sarılacak iki kolum olacaktır. Bir kolumu, gerçek alçakgönüllülük kolumu O’nun aşağısında tutarak kutsal insanlığıyla birleşirim. Kutsal tanrısallığına eklenecek aşkın sağ koluyla da O’na öyle bir sarılırım ki, benimle cehenneme gelmesi gerekir.”

16 Ekim 2010 Cumartesi

Göğün dibi delinse, Atlas'ı görür müyüz?

Mitolojiyle aram hiçbi zaman iyi olmadı. Kimi zaman üşengeçlikten gidemedim üzerine, kimi zaman o istemedi oturup benimle iki laf etmeyi. uzaktan uzağa hep sevdim kendisini, o ayrı bir mevzu. Eskiden Herkül'ün, Zeyna'nın dizileri vardı. Oturup başından sonuna kadar izleyebildiğimi hatırlamam. Sevmiyordum onları. Henüz Atlas'la tanışmamıştım, ama emindim aradığımın o olduğuna. Gördüğümde tanıdım. istedim ki sen de tanı.

Olympos'a saldırdığı için Zeus tarafından gökkubbeyi taşımakla cezalandırılan, insanlardan güçlü ama tanrılardan güçsüz bir orta sınıf, bir kahraman. Cesaretini abisinden almış. Abisi Prometheus, hani ateşi tanrılardan çalıp insanlığa hediye eden, bu yüzden korkunç bir azaba mahkum edilen, ölümsüz olduğu için cezası sonsuzluk kadar uzun süren.

Atlas'la ilgili rivayet odur ki;

Atlas'ın Zeus'a savaş açarak, Tanrılar Kenti Olympos'a saldırmasının ardından, Zeus gazabını gösterdi;
- Atlas sonsuza kadar Dünya'yı sırtında taşımalı!

Aylarca, yıllarca, asırlarca dünyayı sırtında taşıdı Atlas. Ve bir gün yoruldu koca dünyayı sırtında taşımaktan. Herkül kendisinden yardım isteyince, korkunç bir plan yaptı.

Herkül bir bahçede bir ejderhanın koruduğu üç altın elmayı ele geçirmek istiyordu. Atlas, Herkül'e kendisi dönünceye kadar Dünya'yı sırtında taşırsa elmaları ona getireceğini söyledi. Atlas elmaları aldı ve geldi. Herkül'e: -Sen taşımaya devam et! dedi. Bunun üzerine Herkül taşımayı kabul etti ama sırtına bir omuzluk yerleştirene kadar birkaç dakika Atlas'ın tutmasını istedi. Atlas Dünya'yı alır almaz Herkül kaçtı ve Atlas kandırıldığını anladı. Bazı hikâyelerde gök gürültüsünün Atlas'ın Herkül'e haykırışı olduğu anlatılır.

Ya sahiden böyleyse, ya sahiden gök gürültüleri yağmurun değil de, Atlas'ın kandırıldığını anladığı an, üzerine yıkılan koca dünyanın habercisiyse.. Düşün bakalım insan, kandırılmış bir Tanrı'dan daha hüzünlü başka bir şey var mıdır acaba bu dünyada?!

15 Ekim 2010 Cuma

Hayat Öpcüğü


“Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi.” diyor tdk “sinema” için.
Yani bu bir “iş”miş, bundan para kazanılırmış, bir ekrana yansıtılarak yeni yeni görüntüler elde edilirmiş. Oysa ben Arizona Dream’ı böyle izlememiştim, Grace sadece senaryodan ibaret bir kimse olamaz. Anna ve Otto’nun aşkı yaşanmadan yazılmış, Lynch sırf paraya ihtiyacı olduğundan sinemaya adım atmış, Almodovar ruhsuz dünyasını renklendirmek için film işine girişmiş olamaz. Hayır, hayır, onca kötülüğüne rağmen yine de dünya bu kadar “küçük” değil gözümde.
Gerçeklikle aram hiçbir zaman “iyi” olmadı. Yani demem o ki, bence kral hala çok şık giysiler içinde. Gerçek ile yalan arasındaki ayrımı yapamıyor ve hatta bu ayrımı yapmaktan delicesine kaçınıyor olmamdan mütevellit, sinema –mış gibi yapanlardan ziyade, “gerçek”in ta kendisi benim için. Bana ballı ballı acılar çektiren, o muhteşem “vaaauuuv”ları boğazımdan söker gibi çıkartan bir hayat öpcüğü.
İşte tüm samimiyetleriyle ruhuma nefes üfleyen o filmler;
1. Arizona Dream (Adamasmacadeğilkendiniasmacaoynayangrace)
2. The Fall (Hikayelerle yaşamak denen bi'şey var, inanmayana kanıt diye bu filmi 14 kez seyrettiririm)
3. 500 Days Of Summer (Aşkla geçen 500 gün mü, aşksız geçen bir ömür mü?)
4. Dream With The Wishes (Düşleri de balıkları da seviyorum, bak izle sen de anlayacaksın ne demek istediğimi)
5. Mary And Max (Meyankökü kokan, mektup kokan, hüzün kokan bir animasyondan çok daha fazlası var sen de. hayat diyor bazıları.)

6. Mr. Nobody (Seçilen her yol doğru yoldur, yaşanılanlar bambaşka bir şekilde vuku bulabilirdi ancak öyle olsa da aynı mana ve değeri taşırdı, diyen, hani o "başka" filmlerden.)
bu satırları okuyan göz! sen de seyret bunları, daha fazlasını seyret, bana da söyle! birlikte izleyelim bu filmleri. ve dünya daha yaşanılır olsun ikimiz içinde.

12 Ekim 2010 Salı

Anne, Beni Sen Öldürdün!





Xavier Dolan, filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu. yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki surette kendisine ait. henüz 21 yaşında ve cannes'a damgasını vurdu, J ai tue ma mere (annemi öldürdüm) ile benim de kalbimde taht kurdu. sanırım bu ikinci filmi. ilk filmini de seyredip hakkında bir iki kelam etmek için yanıp tutuşuyorum. bu başka bir yazının konusu olsun. ben filme döneyim.

"cinsiyet insanın cinsel organında mı yoksa ruhunda mıdır?" gibi tuhaf bir soruyu sordurttu bana.

hubert (xavier dolan), 17 yaşında, anne ve babası o çok küçükken boşanmış genç bir adam. sanat meraklısı ve eşcinsel. annesiyle yaşıyor, az konuşuyor, az gülüyor.

annesi gerçek bir başbelası. cinsiyet insanın ruhunda mı yoksa cinsel organında mı?, sualini aklıma koyan kişi. kadınlara has o anaçlıktan zerre payını almamış, ilgi yoksunu, anlayışsız. oğluyla sorunları çözmek yerine, onu yatılı okula göndermek, ortadan yok etmek en kestirme yol. hubert, böylesine "kötü" bir anneyi hiçbir çocuğun haketmediğini söylüyor -ki haklı.

burdan sonrası, filmi seyretmeyenler için zararlı bilgiler içeriyor. film zevkinizi mahvetmemek için, okumayınız!

adının aksine, bir cinayet vakasının olmadığı film. görünürde bir ölü yok, zaten güzel olan da bu.
filmdeki enteresan ve benim bayıldığım diğer bir nokta, kim birbirine "seni seviyorum" dediyse ardından sinir krizlerinin eşiğine varan büyük kavgalar oldu.ve sonu. insanın dönüp dolaşıp, labirentin çıkışını bulduğu o yer: çocukluğu. güler yüzler ve her şeye baştan başlama cesareti veren o tuhaf unutuş. iyi ki de böyle bitti.

hubert'in annesiyle ve kendiyle olan o karamsar mücadelesi, aşkı, aşksızlığı, öğretmeniyle arasında geçenler (anne-çocuk ilişkisi mi yoksa sevgililik gibi bir durum mu olduğuna karar veremedim de) ve yaşanması muhtemel anların sadece hubert'in zihninde canlanması. güzeldi, izlenesiydi. ve hatta biraz abartıyım ben bayıldım. pek bir heyecanlıyım dolan'la böylesine güzel bir filmle tanıştığım için.

izleyin, izletin!

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kahramanı Benmişim


ne sayısını hatırlayamacağım kadar çok kitap okudum, ne de bir yazarla hasbihal etme şansım oldu. hasbihal dediysem, çaylı kahveli, bir masanın iki ucunu paylaşıp lakırdı etmekten bahsetmiyorum. bir "yazar"ın içini dökmesinden söz ediyorum. yani kitaplarında, yani kahramanlarının ağzından dertleşir gibi yapmasından, aslında "sır"rını ortaya koymasından söz ediyorum. bir yazarla "gerçek"ten tanışmayı kastediyorum.

ölmeden başardım böylesini. içini açanını, sırrını anlatanını, aynasından dünyaya birlikte baktıranını gördüm. şu iki gözümle, sayfaları çeviren ellerimle ve parmaklarımla dokundum ona.

ne doğulu, ne batılı. ne maceraperest, ne çok sıradan. ne alıngan, ne kibirli. tıpkı kendi gibi. bir parça da c. s. edası var sanki.

kelimlerin kifayetsiz kaldığı bir nokta sahiden varmış ey okur! orhan veli haklıymış.
ben bun bir kez daha bir kitabın içinde kayboldum.
çünkü o biliyor;
insan bazen hafızasını kaybeder gibi kaybeder manayı,
insan bazen aşk'la değil, yalnızlığın tersi olan bir duyguyla sever bir başkasını,
insan bazen sadece "kendi" hikayesini anlatmak ister,
insan bazen mutluluğu kadar uzun sürecek bir mutsuzluğa hazırlanır,
insan bazen dünyayı esrarlı kılan o şeyle, kendi içinde barındırdığı, ikiz kardeşi gibi birlikte yaşadığı bir ikinci kişiyle tanışır,
insan bazen rüyaları yaşar, hayatları yorumlar,
.
.
.

1 Ekim 2010 Cuma

Ölü Ruhlar Ormanı Değil, Kötü Ruhlar Karmaşası

"üç kurban. bir hemşire. bir sitogenetikçi. bir heykeltraş. otistik eğilimleri olan bir katil. nikaragua'da bir kan transfüzyon laboratuvarı. arjantin'de bir tarım enstitüsü. şüphesiz bir çocuğu -ve bir travma sahnesini- tasvir eden, çalınmış bir heykel. managua'ya uçmuş bir psikiyatr. tüm bu olanların peşine düşmüş, yalnız, aşksız ve derin depresif kadın bir yargıç."




grangé'e vefa borcumu ödemek için okuduğum ölü ruhlar ormanı'nın kapataslak konusu bu. kitap, macera-gerilimden ziyade, felsefe-tarih-macera adı altında tuhaf bir türe ait. biz grangéseverler biliyoruz adamın tarzını, tamam, çok bilir, çok okur, çok anlatır ama bu kez olmamış. grangé bu kez anlatmamış, kusmuş. koloni'de de yaptı bunu, "du'bakalım bi dahaki sefere" dedim ama beklemekle pek bi'şey olmadı.

bir kere kitabın kapağı iğrenç, o ne öyle 0-7 yaş korku kitabı yazmışsın gibi. o nedendir ki oricinil kapağı kullandım (o bile çok kötü) sonra konusu, en başından belliydi olayların böyle sonuçlanacağı. az buçuk grangé'e bulaşan insan tahmin ederdi yani. okumayanlar için bazı ayrıntılara girip tat kaçırmıycam.

sevgili grangé almış freud'un totem ve tabu'sunu arkasına başlamış yazmaya. hele kitaptaki name droppingler delirtti beni. bergman, lacan, foucault, truffaut, klimt, rené girard (böyle gidiyor bu sıra) ohh herkesi toplamıştı totem ve tabu'nun başına. düşündüm taşındım, sevemediğime karar verdim. bu kez de olmadı grangé.
Related Posts with Thumbnails