29 Temmuz 2010 Perşembe

ilhami çiçek'in geç keşfi


tarafımdan geç keşfedilmiş bir şair ilhami çiçek. belki de tam zamanıdır, şu günler onu okumak için. kim bilir?! sesinde içli, acılı, tuhaf bir tını var bu adamın. 29 yaşında, nilgün marmara'dan bir kaç sene önce intihar etmiş. "nefes kes!" komutu vermeden önce yazmış ama. şükür ki yazmış..

yayımlanan tek kitabı var: satranç dersleri. ne zamandır arıyorum, bulamadım bir türlü. kitabı başucumda yok ama sesiyle nefesiyle yanımda tanıştığımdan beri. yani ne şimdi, ölüm var mı gerçekten?!

"ve sabır
olmasaydı
yeryüzünde
birgün
kalınabilir miydi?"

"yürümenin dışında bütün eylemlerin adı
kaçış kaçış kaçıştır."

"sen ey atını kaybeden oyuncu
bir ilkyazdan koca bir güz yontan adam
bırak oyunu"

"yalnız hüznü vardır kalbi olanın."

"bir oyuna rasgeldim
her taşı yakup hüznü"

"intiharlar
her akşam ıslak-yapışkan
saçlarıyla girip odama
paniğimden pay toplarlar"

"o yıllar bir ressam tanırdım
gök çizemezdi

yüksek evler yapardı yitik kadın yüzleri- bir gün
o kentin
-tarihsel bir kenttir-
o çarşısındaki hasır iskemleli kahvede
onu bir cenini çizerken ağlar gördüm
bütün öğeleri belliydi ama neden gözsüz
ama neden bir kaleden artmış kapı tokmağı gibi
ıssız ve dokunaklı
diye sormadım çünkü ben
ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak
denebilir ki-
bir insan en çok ağlarken güzeldir
vakit de akşamdı dışarda kar vardı
kar yüzyıllardır alabildiğine vardı
insanlar doğar konardı konar göçerdi."

27 Temmuz 2010 Salı

[...] her edebiyatın mevsimi vardı


[...] suna'ya göre her edebiyatın mevsimi vardı. kış geceleri büyük rus romanlarına, yaz ayları, amerikan öykülerine, sonbahar tek başına edip cansever'e, ilkbahar ise fransız klasiklerine ayrılmalıydı. o bütün bunları bir solukta arka arkaya sıralarken yerde dizi dizi duran sarı, yeşil, kahverengi kapaklı kitaplarına kayardı gözüm, o zaman bir huzursuzluk geçerdi yüzünden.

ankara, mon amour!
şükran yiğit

başkası olduğun yer

başkası olduğun yer, leyla ipekçi'nin elinden çıkma dua gibi roman, öykü ya da şiirsel düzyazı. siz ne demek isterseniz o aslında. kahramanımız sabah ezanı sonrasında evden çıkar ve istanbul'u arşınlamaya başlar. kendi kendiyle konuşarak, kaybettiği babaannesini, ölümü, hayatı, çocukluğunu, evliliğini, aşkı, huzuru, tanrı'yı düşünür, düşünür, düşünür...

"merhameti başka eski erdemleri küçümseyenler, içinde öldürme sahnesi olmayan filmlere film demeyenler var."

"taşın taş olma hakkı için birinizin fedakarlık etmesi gerekiyor yalnız.."

"artık sana dokunamam sevgilim! en büyük yalancıdır hissettiği gibi yaşamıyorsa insan. bunca kırık kemik arasında hiçbir şey olmamış gibi sana dolanamam."

"kendini ona buna ifade etmek diye bir şey yok ey hümanist kelebekler!"

"demli çayını yudumlarken dünyadaki büyük unutuluşu düşüneceksin, neydi bir türlü hatırlayamadıklarınız... unutmak istediğin ne varsa, tedbir olarak kapıların eşiğinden birer hayalet gibi sallandıracaksın. bir hayalet, anıların ruhuna sahiptir ve yüksekten inerek yayılır, her aralığa bırakır unutulmaz formatını."

"insanın ani yok oluşuna en çok kurutulmuş bitkilerle baharatlar kafa tutuyor."

"... çünkü tarçın biraz da tatlı bir baş dönmesi, nahoş bir gök gürültüsü, bacağındaki, kolundaki morluklara rağmen saçları rüzgarda salınan bir annenin iskeleye vuran kıvrımlarıdır."

"zeus, apollon ve diğerleri bugünkü pembe dizilerin ilkçağ versiyonu olabilir mi?"

"bazı ruhları daima ilkel bularak nasıl eşitlik martavalları atmayı sürdürebilirsiniz, anlamıyorum."

"kendi olarak kalabilmiş yüzlere bakarken, asıl kıymetin işte bu insan iddiasızlığına teğellenmiş olduğunu fark edecektim."

"ezilenlerin ezmekten başka çıkışı kalmadığı dünyada kurban metafiziği peki, sizi ilgilendirir mi?"

"içmeden derin konuşamayanlar, başkasını sevmeyenler, sevişemeyenler olacağı gibi etrafımda, bir iki kadeh devirdikten sonra hakiki olabilenler, kendilerini ancak rahat bırakabilenler, iç dünyalarını dışa vuranlar da olacaktı. içenlerin hükmünü kimse veremezdi elbet ama ben artık hep biraz sarhoş dolaşacaktım."

"hayatın, bilincin, akıl ve niyetin merkezi ey kalp,
kuşlar şimdi senin dilinden konuşuyor."

hamiş: bu kitabın arzu arda sedefçigil tarafından hediye edilmiş olması daha bir hevesle, büyük bir aşkla okunmasına sebep olmuştur. (bunu saklayamazdım arda!)

leyla ipekçi, kanat kitap, 2005

24 Temmuz 2010 Cumartesi

kadın yazarlar -hayır, hayır- bu bir erkek işi olmalı

bir kadın, kadınsı özelliklerini terketmeden iyi bir yazar olamaz -mı? aslında edebiyatla uğraşan bir kadın aşk ilişkileri haricinde birşey yazabilir mi? ya da söz konusu alan felsefeyse eğer, hümanist çizginin dışına çıkabildiği anlara rastlamak olası mıdır?

tüm bu sorular epeyce tartışılmış olsa gerek. aslında kadınca yazılan şeylerin çoğunlukla bayağı gelmesinin kökenlerinde güç mücadelelerini bulmak mümkün gibi; yani,kişinin kendi yaşam döngüsünde başından geçenler, bastırdıkları ve en nihayetinde nevrozlar. erkekler, belki daha güçlü biyolojileri, belki de zihinsel barbarlıkları (ilkellikleri) nedeniyle bu kısır döngüleri kolaylıkla kırabiliyorken, kadınlarda ise sonu gelmez kısır döngülere ve nevrotik kişiliğe dönüşüyor bu durum. ve elbette kadın fizyonomisi, salgılanan hormonlar vs. etkileri de oldukça önemli olsa gerek.

"kişi nevrozlarıyla yazamaz" der deleuze ya da "insanca" = "kadınca" olandan bahseder nietzsche. işte tüm bu güçsüzlük durumudur ki kadınların yazdıklarını çekilmez kılar ve aslında kişiyi hastalıkl bir duruma sürüklemekten başka bir işe yaramaz. kim bilir, belki de sırf bu yüzden yazıyorlar da olabilir, nevrozlarını paylaşarak sağaltıma ulaşmak için yani. böyle bir durumda ise ortaya çıkan yapıt, kişinin yaşam alanını genişletmekten ziyade onu da hastalıklı bir duruma çekmekle eşdeğerdir bence.

oysa kadın, feminen duygularından arınmayı başarabildiğinde ortaya çıkan yapıtlar evrensel bir niteliğe ulaşabiliyor- pek tabidir ki edebiyatta woolf, sand ya da felsefe de arendt bunun örnekleridir- dikkat çekici nokta bu kadınların fizyonomilerinde ki değişiklitir; woolf'un çirkinliği, arendt'in kısacık saçları ya da g. sand'ın erkek kıyafetleri giymesi... bana göre kadına ait olan pek çok şeyi törpüleyip, "erkekçe" düşünmeyi kazanabilmiş olmalarındandır bu yapıtları evrensel kılan.

son birşey daha; kadınların mistisizme olan ilgisi ya da bilime karşı olan ilgisizlikleri- tüm bunlar güç ilişkileri bağlamında tartışılabilecek konulardır. güçsüz olanın "yeraltındaki labirentler" aracılığıyla (çoğu zaman kadınlarda ki ince hesaplılık ya da kin gütme, öç alma duyguları) ya da adı tanrı ya da erkek olsun, daha güçlü bir odağa bağlanıp kendilerinden kurtulma arayışları..

kadın edebiyatçı ya da filozofun niteliği sorunu tamamen fizyonomik ve psikolojik süreçlerle ilinti olsa gerek ve sanırım feminen olandan bir kopuş gerektirdiği için de bu niteliği bulmak epeyce zor.

23 Temmuz 2010 Cuma

marquis de sade




"yazar, devrimde tanır kendini. devrim çeker onu, çünkü yazının kendini tarihe dönüştürdüğü o zamandır devrim. 1793'te devrim ve terörle kusursuz bir biçimde özdeşleşmiş bir adam var. bir aristokrat, yaşadığı ortaçağ şatosunun mazgallarına bağlı, hoşgörülü biri, daha çok da utangaç ve dalkavukça kibar: yazıyor ama, yazmaktan başka birşey yapmıyor, ve özgürlük, onu bastille'den kurtarmışken, boş yere, bir kez daha oraya gönderiyor onu, bu durumu en iyi o anlıyor, özgürlüğün, en aptalca tutkuların siyasi gerçeğe dönüşebildiği, ortaya çıkma hakkını elde ettiği, yasa olduğu o zaman olduğunu anlıyor. Marquis de Sade, yazarın en yetkin örneğidir, yazarın tüm çelişkilerini barındırır. yalnızdır: insanların en yalnız olanıdır ve yine de heryerde görünür, önemli bir siyasi kişiliktir. Sürekli kapanır ve mutlak biçimde özgürdür, kuramcıdır ve mutlak özgürlüğün simgesidir. Uçsuz bucaksız bir yapıt kaleme alır ve bu yapıtın varlığından kimsenin haberi yoktur. Kimseler tanımaz onu , ama temsil ettiklerinin herkes için bir anlamı vardır. Yalnızca bir yazardır o ve tutku düzeyine çıkarılmış bir yaşamın, acımasızlığa ve çılgınlığa dönüşmüş tutkunun figürüdür. en benzersiz, en gizli ve en mahrem duygudan evrensel bir kesinleme çıkarır, kamu malı bir sözün gerçekliği, tarihe teslim edildiğinde, insanlık durumunun yasal bir açıklaması olur çıkar. son olarak da yadsımanın ta kendisidir: Yapıtı yalnızca yadsımanın işidir, deneyimi kudurgan, gözünü kan bürümüş, başkalarını yadsıyan, Tanrı'yı yadsıyan, doğayı yadsıyan bir yadsımanın devinimidir ve içinde durmaksızın dönüp durduğu bu çemberde, mutlak hükümdarlık olarak tadını çıkarır kendisinin."

(m. blanchot, "edebiyat ve ölüm hakkı- kitap-lık dergisi, sayı:66, "yazın ve terör"den alıntı)

22 Temmuz 2010 Perşembe

antoni casas ros ile söyleşmek

yukarıdaki fotoğrafta en sol tarafta gördüğünüz, maskeli adam: antoni casas ros.

sadece geceleri evden çıkan, kendi için yazan, terasında geyik besleyen, yüzündeki kara maskeyi bir iz gibi taşıyan, biz normal insanların girmeye asla cesaret edemeceği o başka dünyada yaşayan"almodovar teoremi"nin enteresan kahramanı.

pek yoğun uğraşlar, bitmez geceler ve gidip gelen mesajlar sonucu bir iki kelam edebilmiştik onunla. istedim ki, sizde okuyun..

1. yazma fikri.. bu nasıl ortaya çıktı? hayatın hakkında yazmak.. bu bir kaçış isteği miydi?

Gerçekliğin arkasındaki gizli yerleri keşfetmek ve dünya ile daha iyi iletişime geçebilmek için pür gerçeklik hakkında kısa metinler yazmaya başladım.Bu bir kaçış değildi ,aksine herşeyin herşey ile ince bir bağlantıda olduğu daha derin bir geçekliğin keşfine çıkmam için bir yoldu.Bu,yalnızlığımın sonuydu.

2. Hayatın ya da Almodovar.. neden bunşarı bir "teorem"le açıklanmayı seçtin?

Her zaman Almodovar’ı beğendim ve hayatım onun filmlerinden biri gibi görünüyordu.Böylece hayatımdan sanki bir senaryo yazarmışçasına bahsetmeye başladım.Onun görme gücünden etkilenmiştim ve içimde bu gözlerden görülme isteği vardı.Beni kitap için ilk itekleyen bu oldu.

3. Romanınızda her bölümün başı Newton’dan bir alıntıyla başlıyor. Sizce Matematik duyguları analiz etmek için iyi bir araç mıdır?

Benim görüşüme göre, matematik sanat,yaratıcılık ,gizemlere dokunmak için bir yol ve yazımımın bilimsel bir yönü.Gerçekliğe dünya benim yeni laboratuvarımmış gibi bakıyorum ve atomların dans edişlerini izliyorum.

4. Almodovar Teoremi’ ne konu olan şanssız kaza gerçekleşmemiş olsaydı, sıradan bir hayatınız olma düşüncesi sizi gerçekten korkudan titretecek kadar güçlü bir düşünce mi?

Hiç sıradan bir hayatım olmadı,yani bunun nasıl olduğunu bilmiyorum ve korkuyor değilim.Herşey bana çok yoğun geliyor ve sadece yoğunluk ve güzelliğin yokluğundan korkuyor olabilirim.

5. Kitabınızdaki duygu yoğunluğu okuyucuya çok iyi aktarılmış. Okurken ister istemez kitabın içinde, sizin tam yanınızda buluyoruz kendimizi. Yazdıklarınız gerçekten sizin düşünceleriniz mi? Yoksa yazının hükmüyle gelişen düşünceler mi?

İkisi de sanırım,dilin yaratıcılığı seni yeni sorgulama alanları keşfetmeye itiyor.Yazma eylemi olmadan asla ortaya çıkmayacak yeni bir hayatın yaratıcısı oluyor, ama aynı zamanda bilinçaltında yüzen derin düşüncelerinin de üzerini açıyorsun.Yazmanın gizemi işte bu.

6. "Kader, yaşamaya başlamam için beni çok erken öldürerek ödüllendirdi." diye yazıyorsunuz kitabınızda. Oysa herkesin kaderini değiştirebilecek bir gücü vardır. Lisa bunu yapmış, sıradanlığın döngüsünü kırmayı başarmış. Peki bu Kaza olmasaydı, siz kendi sıradanlığınızdan çıkabileceğinizi düşünüyor musunuz? Ya da Kıramayacağınızı bildiğiniz için mi kazayı bir lütuf olarak görüyorsunuz?

Herşeyin bizi varlığın daha alttaki bir katmanını keşfetmeye yarayan bir hediye olduğunu daha fazla düşünüyorum ve kazalar da bu şekilde işliyor.Çok basmakalıbız ve bilinmeyen aniden seyahat etmek için yeni bir patika gösteriveriyor.Yazmak tüm kazaları bir şekilde büyütmek aslında.





hamiş: bu olay esnasında, benim kaprislerime, antoni casas ros'un açık uçlu cevaplarına sabırla göğüs geren ve belki de işin en zor kısmını üstlenerek çeviri yapan cana, fethi çağlar turhanlı'ya kocaman teşekkürler!

18 Temmuz 2010 Pazar

phillippe sollers'in sabit tutku'su

sabit tutku, anlatıcıyla kendisinden on beş yaş büyük avukat sevgilisinin, bana göre "garip", sollers'e göre "mutlu" aşkının öyküsü. daha detaycı olursak şunu diyebiliriz: sabit tutku, beyni yıkanmış tüketim toplumuna yazılmış farklı bir yaşamöyküsü değil bir reçete: intiharın eşiğinden dönüp bir devrimi kucaklamanın, kendi devrimini yaratmanın yolları..



"hiç kimse kendi isteğiyle doğmadı mı? hayır, doğru değil bu."

"on iki yaşındayız. bütün aşıklar on iki yaşındadır, yetişkinlerin öfkesi de bundan kaynaklanır. onun gülüşü, benim gözümde diğer tüm gülüşlerden farklı olmaya başladı, şimdiye dek hiç kimsenin böyle güldüğünü duymadım, tek bir akışla, başın arkasından gelen bir gırtlak şelalesi adeta, sırttan, profilden, aşağıdan ve yukarıdan gelen bir gülüş, sebepsiz bir sevinç gülüşü, yalnızca var olmanın sebep olduğu bir gülüş, gerisinin canı cehenneme."

"şeytan vardır, kendisiyle yüz defa bizzat karşılaştım. tanrı'nın varlığı ise daha az kesin, gizli bir eğilimdir belki de. şeytan polistir, tanrı ise kanun kaçağı: bu çok komik."

"asıl söz konusu olan bıyık altından gülmek değil, gülmektir, gülüşün keşfettiklerine bakacak güce sahip olmaktır sorun."

"her şey artık yok olmuş büyük bir mutluluğu çağrıştırıyor, o mutluluk var olmuştu oysa ki, işte onun işaretleri, kalıntıları."

"..insan kıçının akıl yürütmelerde üstün gelmesini sağlayan ümitsizlik, aşırıya kaçan kararsızlıklar, insanın içini oyan hayaller, romanlar, beklenmedik şeyler, yapılmaması gerekenler, ölü bir yanılsamanın leşini bekleyen esrarengiz bir akbabanın kimyasal tuhaflıkları, tahtakurusu kabuklu karanlıklar, gururun korkunç saplantısı, derin şaşkınlıkların telkinleri, karanlık dualar, mantığı açmaza sürükleyen kanlı basamaklar, ceza görmeksizin ıslıkla çağrılan mantık, üstü kapalı cesaret kaybının srahoş saatleri, çocuk gibi düşünmeyen kişiler..."

"bana yatağını nasıl hissettiğini söyle, sana olduğun ölüyü söyleyeceğim. bana nasıl seviştiğini söyle, sana nerede düşündüğünü göstereceğim."

"bir gecenin içinde en az üç gece var."

"çok ciddi şeydir mutluluk, soruların sorusudur, avrupa'daki, amerika'daki, afrika'daki, çin'deki sonsuz yeni fikirdir. mutluluğun olmadığını mı söylüyorlar size? inanmayın. boka bulayıp mı satıyorlar size onu? ısrar edin, vazgeçin, ümitsizliğe kapılmayın. size gerçek olanın dehşet, çürüme, sefalet, ölüm olduğunu mu tekrarlıyorlar? yolunuzu değiştirin, başka kaldırıma geçin, mezarlıkların, okulların, banliyölerin, fabrikaların, adli tıp'ın, hastanenin önünden geçerken adımlarınızı sıklaştırmayı öğrenin. televizyonunuzu kapatın. sizi her türlü sıfatla anmalarına izin verin: sorumsuz, korkak, bencil, tembel, ahlaksız, iğrenç. pencereyi açın, bir ağaca bakın. şu cümleyi yüz kere yazın bana: onun adına, ona rağmen, böyle gerekiyor, baş eğmez bir istek ve demir gibi bir kararlılıkla, sulu gözlü insanlığın korkunç geçmişini inkâr etmeye geliyorum."

"devrim tutkularla ilgili bir dramdır, demişti dolunay veya venedik balkabağı kafalı çinli, dalgalanan efsanevi yaşlı kaplumbağa, pekin'in sakin bunağı ve ben cümleyi kendim için tercüme ediyorum: devrim, sürekli değişen bir dramdır, sabit bir tutkudur, asla zannedildiği gibi olmayan bir aşk hikâyesidir."

"hep toplumsal. toplumsal antlaşma, toplumsal anlam, toplumsal gelecek, toplumsal ıstırap, toplumsal gösteri. topluma duyulan bu inanç bugüne dek görülenlerin en tuhafı."

" - yahudi değilsiniz? / - kimse mükemmel değildir."

"sabit tutku diyorum çünkü, değişmekten, hareket etmekten, kendimle çelişmekten, ilerlemekten, gerilemekten, gelişmekten, evrim geçirmekten, kaymaktan, azalmaktan, şişmalamaktan, zayıflamaktan, yaşlanmaktan, gençleşmekten, durmaksızın tekrar yola koyulmaktan yoruldum, sonuç olarak yalnızca bu tutkulu sabitliği takip ettim.

"beni yaşayanın, beni ölenin, beni kullananın, şekillendirenin, terk edenin, geri alanın, evirip çevirenin o olduğunu söylemek istiyorum. onu unutuyorum, onu hatırlıyorum, ona güveniyorum, o benim içimden bir yol açıyor kendine. o ben olduğunda, ben kendim oluyorum. beni sarıp sarmalıyor, beni bırakıyor, bana öğüt veriyor, kaçınıyor, uzaklaşıyor, bana yeniden katılıyor. ben onun suyunda bir balığım, onun çoğul isminde bir ismim. benim doğmama izin verdi, beni nasıl öldüreceğini de bilecektir."

sabit tutku, philippe sollers, yky 2004

17 Temmuz 2010 Cumartesi

alexis ya da beyhude mücadelenin kitabı



bu bir kitap değil aslında. "bu mektup, dostum, çok uzun olacak." diye başlayan bir itiraf metni. metni kaleme alan itirafçımız ve kahramanımız alexis, karısı monique'e makul bir terk mektubu yazar ve içinden geçenleri, evliliğe uygun olamayışını, "normal" olamayışını daha doğrusu anlatmaya başlar. bunu açıkça söylemez sadece ima eder. uzun uzun yazar, yazmaktan nefret etmesine rağmen..

"o kadar çok yalan söyledik ve yalan yüzünden o kadar çok acı çektik ki, samimiyetin iyileştirici bir yanı olup olmadığını denemenin hakikaten zararı olmayacak."

"çocukluğum bayram arifelerinin kaygıyla beklenişi, ya da bir şey olmasını dileyerek hiçbir şey yapmadan geçirilen çok uzun öğle sonralarının uyuşukluğu kadar uzak benden. o zamanlar adlandırmayı bile bilmediğim bu huzuru yeniden bulmayı nasıl umabilirim?"

"beni bağışlayın monique, ruh bana çoğu zaman vücudun aldığı sıradan bir soluk gibi görünüyor."

"yaptıklarımıza bir tür gerçeklik veren başkasının görüşüdür; benim yaptıklarımı kimse bilmediğinden, rüyada yapılan hareketlerden daha fazla bir gerçeklikleri yoktu. yorgun zihnim yalana o kadar çok sığınıyordu ki, sonunda hiçbir şeyin vuku bulmadığını kesin olarak öne sürebilirdim: geçmişi inkâr etmek, geleceğe yatırım yapmaktan daha saçma değildir."

"hafızamız da bizim oyunumuza gelir."

"bana göre kötülük, günahı alışkanlık haline getirmekti."

"acaba gençliğimizin hatırası mıdır bizi başkalarının gençliği karşısında allak bullak eden."

"acı bizi bencil kılar, çünkü bizi bütünüyle içine çeker: çok daha sonra, hatıra biçimine bürünerek, bize merhameti öğretir."

"iç dökmeler, bir başkasının hayatını kolaylaştırmak amacını gütmüyorsa, zararlıdır dostum."

"haz çok kısa sürer, müzik sadece bir anlığına yükseltip daha hüzünlü bir halde yere bırakır, fakat uyku bir telafidir. bizi terk ettiğinde bile, yeniden acı çekmeye başlamamız birkaç saniye sürer; ve uykuya her dalışımızda, kendimizi bir dostun kollarına teslim ettiğimiz hissine kapılırız. vefasız bir dost olduğunu biliyorum, bütün diğer dostlar gibi; çok mutsuz olduğumuzda o da bizi terk eder. ama er ya da geç, belki farklı bir isimle geri geleceğini ve sonunda onun kollarında dinleneceğimizi biliriz. rüyasız olduğunda mükemmeldir; denilebilir ki; uyku her akşam bizi hayattan uyandırır."

"hangi tedbirleri alırsak alalım, acı çektirmemek ne kadar zor..."

".. ve ruhum, onu daha iyi tanıdığımda, tıpkı vücudum gibi beni iğrendirdi."

"bu vasat, geleceksiz, geleceğe güvensiz varlıktan, kendimi ondan ayıramayacağıma göre Ben diye adlandırmaya mecbur olduğum bu varlıktan yoruldum."

".. belki de en korkuncu, başkalarının beni yalnızca, hayatla mücadele halindeki o kişi olarak tanıyacak olması."

"güçlülerin neşesi olan müzik, zayıfların tesellisidir."

"o gün, yeniden yaşadığına şaşan bütün bedenimle, dünyanın güzelliğine ilişkin ikinci bir içe doğuş anı yaşadım. ilkinin hangisi olduğunu biliyorsunuz. ilkinde olduğu gibi, ağladım; bunca mutluluktan ya da nimetten değil, hayatın bu kadar basit olduğu ve biz de onu kabul edecek kadar basit olsaydık ne kadar kolay olabileceği fikrine ağladım."

"bazen çok sert olan dünya, acımasızlığını dikkatsizliğiyle telafi eder. bizden şüphelenmezler, o kadar."

"siz mutlu olmak için mükemmel olmanın yettiğini sandınız; bense, mutlu olmak için artık suçlu olmamanın yettiğini sandım."

"ve belki de mutluluk daha iyi katlanılan bir mutsuzluktur sadece. kendi kendime böyle söylüyordum, çünkü cesaret, olayları değiştiremediğimizde onlara hak vermekten ibarettir."

"hayatın bizi değiştirdiğine inanmakla hata ediyoruz dostum: bizi yıpratıyor ve bizde yıprattığı şey, öğrenilen şeyler."

"..sizden olabildiğimce alçakgönüllülükle af diliyorum, sizi terk ettiğim için değil, bu kadar uzun süre kaldığım için..."

ve tarafımdan edilecek son söz: margurite sen kara gün dostusun, cansın ve belki de peygambersin!

alexis ya da beyhude mücadelenin kitabı, marguerite yourcenar, metis 1999

16 Temmuz 2010 Cuma

başka türden bir yaradılış söylencesi

"başlangıçta gökyüzü kare idi. gezegenler küptü. yıldızlarda bir alfabe vardı. De Sade okunuyordu. o harfler yaratılmıştı. Geçici burçlar oluşturuyorlardı. Evin adı La Coste idi. Mania boru şeklindeydi. Fallik bir dikilitaşa dönüştü. Bir kasırga gücündeydi. Çembersel bir vahiy. Herşeye gücü yetme üstünlük demektir. Her anlamda. Fışkırtma bilgidir.Temel evrenbilim bilgisi." (kırbaç inince)
Related Posts with Thumbnails