27 Ocak 2011 Perşembe

Ben Bir Gün Kitapmışım!

"Sen bir kitap olsaydın, nasıl bir kapağın olsun isterdin?!" sualine "Şu an düşündüğüm tek şey, evime bir kahve makinası almak", yanıtını veren bir adamla yaşıyorum ey okur! Yaptığı hatayı fark edip, henüz alamadığı kaffe makinasından çıkmış olmasa da, kaynamış suyun içine boca ettiği kahveciklerden oluşan kırmızı kupayı barış çubuğu niyetiyle uzatıyor. Büyüklük biz de kalsın mantığıyla, asık suratımla kabul buyuruyorum ben de! Hususi meselelerle kafanı karıştırmak istemem okur, bir kitap olsan kapağın nasıl olurdu?, sualine geri dönüyorum ve kendi yanıtımı veriyorum. (Bırakalım onlar işe gitsin!) -Bu kısım sadece Arda S.'nin anlayabileceği bir gönderme idi. Kendini suçlu hissetme sakın.. Üzülürüm sevgili okur.-


Ben bir kitap olsaydım kapağım bu olsun isterdim. Uçuşan rakamlar, savaşı kaybetmiş akrep ve yelkovan, balıklar ve minik bir kız çocuğu..

Şimdi bitmek bilmez bir heyecan ve sabırla sana soruyorum aynı soruyu. "Sen bir kitap olsaydın, nasıl bir kapağın olsun isterdin?!" Hayalgücüne ayıracak bi'kaç dakikan yok mu ey okur, sen de gelecek planlarıyla mı doldurdun zihnini? Eğer bi yanıtın varsa, bil ki burda merakla, pıt pıt eden bir kalp var.

24 Ocak 2011 Pazartesi

Her Şey Bir Hayalden İbaret



Sirkleri eskiden beri sevmem ey insan! O yersiz sevinç, tıka basa gülen suratlarla dolu çadırlar, bisiklet çeviren maymunlar, o devasa cüsselerine hiç mi hiç yakışmayan allı pullu şapkalı filler, ihtişamları ellerinden alınmış kedigiller, yerden onlarca metre yüksekte ip atlayan cambazlar, aksiliklerini kırmızı ve komik şapkalarıyla örtbas etmeye çalışan göbekli sunucular, plastik bardaklarda dağıtılan limonatalar, sadakatlerini minicik toplara değişmek zorunda kalan atlar, burunlarından ve başka kimbilir nerelerinden su fışkırtan palyaçolar, patlamış mısır kokusu ve saman yığınları ve unuttuğum daha nice ayrıntı.

Bir kez, ömrümde sadece bir kez gitmiştim sirke. Bir daha hiç bir kuvvet beni o korkunç çadırlardan birine sokamaz! Kararım katî ve geri döndürülemez. Bu yaz bunu ispatladım kendime sevgili okur!

Water for Elephants'i okuma nedenim, bunca öfkelendiğim ve beni üzen "şey"in üzerine gitmek değildi elbet. Bile bile canımı yakmaya hevesli değilim. (bu cümleye sen de benim gibi inanmadın değil mi ey okur!) Enteresan  isimli kitapları severim, Water for Elephants gibi, Yanık Portakal gibi, Mozart'ın Berberi gibi. Her neyse bu başka bir iç dökmenin konusu olsun. Water for Elephants'ı okuma nedenim de buydu. Hani filmi de çekilecek ya, seviyorum böyle işlerle uğraşmayı. Gerçi o sirklerin acınası çadır hayatına Holivud nasıl bir kadrajdan bakar, o "büyülü" dünyadan kendine nasıl bir pay çıkarır bilemem. Bu kitaba dair bildiğim tek şeyse, asla bir "aşk romanı" olmadığı. Umarım sulu zırtlak bir aşk filmi de olmaz!

Water for Elephants hüzünlü ama asla acıklı değil. Tam orta yerde duran bir aşk var, evet, ama asla imkansıza yakın değil. Bir dostu, bir aileyi, bir hayatı kaybetmenin o tuhaf burukluğu var ama asla umutsuz değil! Aradaki farkı anlıyorsun değil mi ey okur!

Jakob (smokinli adam) ve Rosie (şişko fil),  bir Agust (kötü adam) macerasını daha 
tek parça halinde atlattıkları için mutlular. 
Rosie koca bir karpuzu, Jakop Marlena'yı düşlerken..

21 Ocak 2011 Cuma

Derin Düşünce No: 2

  • Güzel insanlar, güzel şeylere sahip olmalı!
  • Mektup beklememiş insanın, günlük hayatta çar çur ettiği heyecanına acırım!
  • Renkli kartonların, mum boyaların, makas seslerinin, kalemle kağıtın buluşmasından çıkan o "hışırtı"nın mutlulukla yakinen bir ilişkisi olmalı!
  • Aragon bir yalancıydı, mutlu aşk vardır! Mühim olan "aşk" değil, aşk'ın civarındakiler.
  • Kaderin, cilveyle alakalı bir şey olmasını anlayamıyorum.
  • Kemal Durmaz bugün anladım ki sen en asil duygunun insanısın. "Kimden kaçtıysam onunla döndüm / buydu meziyyetim."
  • Nasihat etmekten hoşlanmam lakin, küfür eden insandan korkma! Yapay samimiyetten kork!
  • "Güçlülerin neşesi olan müzik, zayıfların tesellisidir."
  • Şu dünyada yumurta bile kıramayışıyla övünen insancıklar var!
  • Romanların ilk cümlesine takıntılı olanlar (misal ben) romantik güruha dahilmiş. Zaten dünyanın başına ne geldiyse gerçekçilerden geldi!
  • "Görünüşüme bakıpta sen beni sakın ha cin fikirli sanma!"
  • "Bütün patronlar aptaldır" tezime bunca yıldır bir antitezle karşılık vermeyen patronlar, gün geçtikçe kendime olan güvenimi tazeliyorsunuz!
  • Her gün yeni bir Orhan Pamuk kitabı okuyabileceğim bir dünya hayâl ediyorum!
  • Hayâl kurduğum gibi istersem akıl da yürütürüm. Bu böylece biline!

20 Ocak 2011 Perşembe

Sunset Park


Birbirinden bağımsız dört farklı karakter. Mücadeleler, pişmanlıklar, hatalar, çaresizlik içinde debelenmeler, anlatmaya utanılan geçmiş. Bu kadar naif anlatılabiliniyormuş meğer. İşte ben buna Auster mucizesi diyorum  ey okur! Ama bilmiyor, kimseler anlamıyor benim bu pır pır eden kalbimin zavallı heyecanını!

Bu dört karakterin buluşma noktası Sunset Park'ın sokağında, yüzyıllık bir mezarlığın karşısında, kira vermeden, bir işgalci gibi yaşadıkları o döküntü ev.

Savaş sonrası erkeklerde oluşan davranış bozuklukları üzerine tez yazan, diğer yandan para kazanmak için yazar haklarını savunan bir vakıfta yarı zamanlı çalışan Alice, geçmişiyle barışamayan ve kendini "tam" bir kadın gibi hissedemeyen, sadece resim çizerken özgürleşen Ellen, koca cüsseli, asi ruhlu sır küpü, müzik adamı Bing, geçmişiyle hesaplaştığında suçlu olduğuna karar veren ve kendini yıllarca sürecek kimsesiz / ailesiz bir hayata mahkum eden Miles. Bu dört karakterin tek bir noktası vardır: William Wyler imzalı o hüzünlü film, The Best Years Of Our Lives

Sadece bu karakterler değil elbet Auster'ın anlattığı. Aileler, yazarlar, amerikan rüyasına inanıp yitip gidenler, tiyatro sahneleri, yayıncılık dünyası, mutsuz evlilikler, ölen çocuklar ve kaybedilen sevgililer.

Salman Rushdie'ye de samimi bir selam göndermiş ki, onun yeri apayrı.
"Dünyanın öteki ucundaki ülkenin başındaki sakallı, eğer ingilizin kitabına karşıysa, yapacağı tek şey kitabı okumayı bırakıp bir yere kaldırmak ve sonra da unutmaktı. Bir insanı roman yazdı diye, hayalî bir dünyada geçen hayalî bir hikâye yazdı diye, öldürmekle tehdit etmek Alice'in o güne kadar duyduğu en aptalca şeydi."

Auster'ın elinden çıkma yeni bir romanı beklemenin ve yenisini yazana dek -aslında hiç eskimeyen- eskilerle avunmanın zamanıdır şimdi!

17 Ocak 2011 Pazartesi

2011'in As'ları

İşim gücüm yok ey okur!  Tek yaptığım bu filmlerin vizyona girmesini beklemek. Kimi bana epeyce uzak Amerika kıtasında gösterilmiş, beğenilmiş felan. Yorumlar, yazanlar, çizenler hiç mi hiç alakadar etmiyor beni. Şu gözler görmeli, bu kulak duymalı ki ben kendim vereyim kararımı.

Hadi be sende çabuk geç ey zaman! Geç ki, merakımın hevesi kaçmadan tadını alayım,

The Tree Of  Life
Yön: Terence Mallick (The Thin Red Line'dan hatırlıyorsun sen bu adamı, yokla hafızayı!)
Kadro: Brad Pitt, Sean Penn ("yeter de artar bile" dediğini duyar gibiyim!)

Konusunu çok net olmamakla birlikte biraccık bilir gibiyim. 1950'lerde geçen bir "aile draması" imiş ve içinde zaman yolculuğu ve dinazorlar da varmış.

Aile draması fikrinden yola çıkarak, pişmanlıktan, öfke krizlerinden, masumiyetin yitiriliş öyküsünden, ölümlerden, ölmekten beter durumlarla yüz yüze gelmekten bahsediyor olduğunu tahmin edebiliyorum ey insan! Ama bunların bir tahmin olduğunu unutma!

Dedim ya, meraktan kıvranarak bekliyorum!





A Dangerous Method  (çığlıklar ve alkış sesleri)
Yön: David Cronenberg
Kadro: Viggo Mortensen, Keira Knightley

Halihazırda filmin bir afişi yok, işbu sebepten Bay Mortensen'in - Frued-  merdiven başında çekilmiş birinci dereceden karizmatik fotoğrafıyla idare etmek durumundayız. Konusuna gelirsek, Carl Jung ve Freud ikilisinin ilişkileri ve psikanalizin doğuna Cronenberg gözüyle şahit olucaz!




Don't Be Afraid Of The Dark
Yön: Troy Nixey
Burda olaya müdahale etme gereği duyuyorum, beni heyecanlandıran bu kez yönetmen koltuğuna kimin kurulduğu değil, beni heyecandan deliye döndüren senaryonun Guillerme del Toro'ya ait oluşu. (Aahh Ofelia ahh!)
Kadro: Katie Holmes, Guy Pearce

Film 2010'da Amerika'da gösterime girmiş, bizim sinemalarda bu yıl arz-ı endam edecek! Bile isteye izlemedim, beyazperdenin büyüsüne, kocaman bir yalanı gerçeğe döndürme yeteneğine hayran olanlardanım hâlâ.

Şu afişe, "eşik"te kalakalmış, ardı kırmızıya bulanmış, onu tuttu mu bırakmayacak gibi duran ellere, minik kız çocuğuna bak ey okur! Bak ki, heyecanım yalnız kalmasın!
Bi de kısacık konusunu yazayım;
"Uzun süredir kullanılmayan bir şatoyu restore etmek için oraya yerleşen bir ailenin küçük kızının istemeden bodrumdaki canavarları serbest bırakması ve sonrası..."
(Ben sadece senin canavarlarını seviyorum del Toro)





Biutiful
Yön: Alejandro Gonzales Inarritu ( İş sen de değilmiş çok geç anladım ama yine de seviyorum lan seni!)
Kadro: Javier Bardem ("Diğerleriyle işim olmaz!" diyecek kadar da sığ bi kişiyim)

Bu filmi sadece iki nedenden dolayı merak ediyorum. İlki, senaryoyu Inarritu'nun yazmış olması. Babel'in, 21Grams'ın, Ameros Peros'un senaristi  Guillermo Arriaga olmadan başının çaresine ne ölçüde baktığı ya da bakamadığı. İkincisiyse, tabii ki seyretmelere doyamadığımız Bardem!
Polisle başı sürekli derde giren, yasadışı işler yapan ve yaşadığı hayata çocukları için katlanan, pişmanlıkları, hataları, bolca günahı olan babanın hikâyesini seyreylecekmişiz. İçimden bir ses Mar Adentro'dan çok daha hüzünlü bir film olduğunu söylüyor. İçimdeki sese güveniyorum!


Meraklı nosta sırf senin için beyazperde civarından tüm heyecanıyla bildirdi ey okur! Eğer ki bu filmleri izlediysen sen de tüm heyecanınla bi ses ver bu yazılanlara!


15 Ocak 2011 Cumartesi

Şarkılarla Gerçeklik

  • Rüyadır belki de bütün ümitler..
  • Hatasız kul olmaz
  • Dinlemek her şeyi / Unutması zor olsun diye mi?
  • Ben bu yüzden / İncelikler yüzünden / Belki de hep daha çok üzüldüm
  • Hiç senin gibi olmadım / Korkarak sevemem ki..
  • Belki kanım boşa aktı / Belki kırmızı bir kurdelaydı kanım
  • Sözcükler ne ki duygular yanında?!
  • İncelikler hatırlanır / Vazgeçme ortasında / Güzel ruhlar dayanırlar
  • Yanmalısın, sönmelisin, ruhları incitmeli.. / İnanırken yalanlara delirmiş olmalısın!
  • Farkı yok pembenin / siyahtan aslında
  • Yaşanır ağır ağır büyük aşklar / tomar tomar gelir üstüne birikir 
  • Düşmenin sınırı yok!
  • Kapıyı aç / bulutlar girsin!
  • Düşmedim daha
  • Kalpten kalbe gizli yollar var..
  • Aşk yok içinde kalbi bomboş!
Ve belki de şimdiye dek yazılmış en "gerçek" dize,
  • Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan / ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan / geçince başlayacak, bitmeyen sükûnlu gece


Yazdığım birbirinden alakasız bu şarkı sözleri sana saçma gelebilir ey insan! Ama bil ki hepsi benim için derin manalar saklar.

Günlerden bir gün bir mektup bulmuştum posta kutumda. Dersaadet'ten gelen koca bir zarf. Ve o gün bir kirpi konuştu benimle, dedi ki; Şarkı dinleme, sen sözlere bak, asıl mana ordadır. O günden beri öyle yaptım ben de.

Öylesine yazdım işte. Ben bunları seviyorum, sen de bil diye!
Aklına gelenler olursa sen de yaz, bi an önce hep beraber ayalım gerçeğe!

13 Ocak 2011 Perşembe

Derin Düşünce No: 1

  • "I am Love" beni feci şekilde hayâl kırıklığına uğrattı. Yıktı, geçti, viran eyledi, anlayın nasıl bir hüsranla karşı karşıya kaldım. 
  • İletişim'in  ambleminin "kirpi", Ayrıntı'nın ambleminin "dinazor" olması sizce de manidar değil mi?
  • Dün sabah bi uyandım ve anladım ki artık Afili Filintaları sevmiyorum. Özellikle Murat Menteş, yazdığı kalbur altı sinema yazılarıyla bir çuval aşkı mahvetti.
  • Çay ve mandalina birbirine çok yakışıyormuş, bugün öğle saatlerinde bunu keşfettim.
  • "Sözcükler ne ki duygular yanında!"
  • "Kayıp Şahıslar Albümü" uzun zamandır okuduğum en iyi kitaptı. Tanrım, hâlâ etkisindeyim.
  • Sigara içmeyen insanları, herkes yerine herkez yazanlara tercih ederim. 
  • 5.sezondan sonra House feci sıktı. Neden ama neden izlediğim hiç bir dizinin sonuna değin sabredemiyorum.
  • 28 0cak gelsin artık, görelim biz de "Şeytan Ayetleri" basılacak mı, basılmayacak mı?!
  • Copie Conferme'i izleyen şuraya geçsin, izlemeyenler kaybolsun gözümün önünden!
  • Ak Lınyo Lubir ne acayip bi blog! Zekice ve sahiden eğlenceli. Kıskanılmayacak gibi değil!
  • Bazılarının insan olduğuna dair derin şüphelerim var!
  • Yarın yeni bir gün olmayacak. Kandırmışlar seni!

12 Ocak 2011 Çarşamba

Duma Duma Dum, Ben Bir Yalan Uydurdum!

Bu filmde ne var,

                                            hüzün             çocuk                    eski fotograf
                                                       
                                                         fırtına             acı         anı
                                             
                                             zaman             aşk                       çıldırmış anne


Hüzünlü çocukların umutsuz hikayelerini seviyorum! İnatçılıklarını, acıyı kabulleniş tarzlarını, ağlamamak için oynadıkları oyunları ve rüyalarını.  İçimde neye tekabül ediyor tüm bunlar, hangi taşlar yerinden oynuyor, bilmiyorum. Bilmek de lazım değil elbet. Biz kafamızda onlarca cevapsız soru olduğu, ders çalışır gibi film seyretmiyoruz değil mi? Biz kardeş bi ruha rastlamak için izliyoruz, onun için geçiyoruz o beyazperdenin başına. Ve belki de bu yüzden “beyaz” perde diyorlar adına.

Simone -filmin afişinde babasına sarılır gibi o devasa ağaca sarılan kız çocuğu-,  ölen babasının ruhunun evlerinin hemen yanındaki ağaçta saklandığına inandırır kendini. Ve zamanla tüm aile bu gerçeküstü olaya inanmış bir halde bulur kendini.

"Bu mu şimdi, bu kadarcık mı yani!" diyecek olan gerçek meraklılarına nacizane cevabım: Evet bu. Ve evet Bertucelli 100 dakika boyunca sadece hüzünlü bir yalan sunuyor size. Kendi de inanmayarak, "Sen de inanma ey seyirci!" diyerek, gerçeği, ölümü alt etmenin imkansızlığına inanarak sunuyor. Denemiş ya, o manayı kavramak yeter insan olana!

7 Ocak 2011 Cuma

Hissetmek Ne Renktir Acaba?

Birazdan, Pessoa'nın yakın arkadaşı Carneiro'ya yazdığı mektubu okuyacaksın ey insan!  Mektup ki, yazana şifa, okuyana cefa bulaştırır. Hiç birşey yapamayışın cefasıdır bu, "bak, yanındayım işte!" diyemeyişin, birlikte hüzünlenemeyişin cefası. Carneiro, Pessoa'nın mektubundan altı hafta sonra, yirmi altı yaşındayken intihar etti. Ve biz hâlâ bilmiyoruz hissetmek ne renktir?!
Mario de-sa Carneiro'ya
14 / 5 / 1916

    
Bugün size bu satırları duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum için yazıyorum. Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi söyleyecek hiçbir şeyim yok. Dipsiz bir bunalımdayım bugün. Hepsi bu. Sözlerimin saçmalığı halime tercüman olsun.
      

       Asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden birindeyim. Karşımda yalnızca bir sıkıntı duvarıyla kuşatılmış, taş kesilmiş bir şimdi var. Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varamayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.
       

      Üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim hüznüm hepsinden eski. Ruhum bu haldeyken, hayatın hırpaladığı dertli bir çocuk olduğumu bedenimin tüm bilinciyle hissediyorum. Bir köşeye atılmışım,oyunlar oynayan başka çocukların sesini duyuyorum. Dalga geçer gibi verdikleri kırık, teneke oyuncağı sımsıkı kavrıyorum. 
       
        Bugün 14 mayıs, saat akşam dokuzu on geçe, hayatımın bütün tadı, bütün değeri işte bundan ibaret. Tutsaklığımın sessiz pencerelerinden gördüğüm bahçede bütün salıncaklar dalların üzerinden aşırtılmış, şimdi öylece sarkıyor, en tepeye dolanmışlar, yani, firar ettiğimi düşleyecek olsam, zamanı aşmak için güvenebileceğim salıncaklarım bile yok.
      

       Şu an, edebiyatı bir kenara bırakacak olursak, ruh halim aşağı yukarı böyle işte. Denizci'deki karakterlerden biri gibiyim, gözlerim ağlamayı düşünmekten yanıyor. Hayat fısır fısır, yudum yudum, dura dura canımı yakıyor.
    

       Tüm bunlar, cildi şimdiden dağılmaya yüz tutmuş bir kitaba küçücük harflerle basılmış. Bu satırları size değil de bir başkasına yazıyor olsaydım, dostum, mektubumun samimiyetine, aralarında isterikçe bir bağ olan bunca şeyin, hayatım olarak hissettiğimşeyden bir anda, kendiliğinden fışkırıverdiğine yemin etsem zor inanırlardı. Ama siz,bu sahnelenmesi imkansız trajedinin burası ve şimdi ile ağzına kadar dolu, elle tutulur bir gerçeklik olduğunu, yapraklar nasıl yeşerirse, bunun da benim ruhumda öyle cereyan ettiğini anlayabilirsiniz.
 

      Prens, işte bu yüzden hiç saltanat süremedi. 

Saçma sapan bir cümle bu. Ne var ki saçma cümleler, insanda hüngür hüngür ağlama isteği uyandırabilirmiş meğer. Mektubu yarın postaya vermezsem muhtemelen bir daha okurum ve içinden bazı yerleri ve bazı ifadeleri  benim Huzursuzluğun Kitabı'na almak için daktiloya çekerek oyalanırım. Ama bunu düşünmek, şu an mektubu yazarkenki samimiyetimi de, samimiyeti acı verici, kaçınılmaz bir duygu olarak hissetmemi de zedelemiyor.
     

      Son havadisler bunlar. Almanya ile savaş çıkabilir bir de, ama acı denen illet, zaten çoktan musallat olmuştu insanlara. Hayatın öbür yakasında, bir karikatürün altyazısı gibi kalır herhalde savaş. Tam olarak delilik sayılmaz bu halim, ama delirenler herhalde kendilerine acı veren şeye teslim oluyordur, ruhundaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniyordur. Hissettiklerim de buna pek uzak sayılmaz doğrusu.
 

Hissetmek ne renktir acaba?
 

Sizi binlerce kez kucaklıyorum,
kalbim sizinle,
daima sizinle.
 

Not: Mektubu bir solukta yazdım. Şimdi yeniden okurken görüyorum ki, yarın siz göndermeden önce bir kopyasını almam şart. İç dünyamı bu kadar eksiksiz olarak; bütün duygusal ve zihinsel yönlerini, temelinde yatan isteri-nevrasteniyi, en çarpıcıözellikleri olan, özbilincinin içindeki kavşaklarını, kesişme noktalarını ortaya koyarak tasvir edebildiğim pek nadirdir.

Bana hak veriyorsunuz, değil mi?"


Fernando PESSOA

4 Ocak 2011 Salı

Ömrümce Hep Adım Adım

Geç kaldığım daha kaç film var?! Bu sorunun cevabını elini vicdanına koyup söyleyebilir misin bana okur? Bu kalabalığa, bu içimden sesler korosunun gürültüsüne, bu koşturmayaca yenilen ve zaman geçtikçe zihnimin kuytularına gömülen, adı sanı unutulan kaç film? Duymak istemiyorum bu sorunun cevabını.. Zira cevapları bilmek kimi mutlu yapmış ki?! Sorular mı, onlar laf olsun diye soruluyor!

En klişe haliyle açıklayayım. (ki klişelere ba-yı-lı-rım!) İnsanlar 2'ye ayrılır. Ya bugünü hiç yaşamasaydık diyenler, keşke bugünü yaşamasaydık diyenler. Ben çoğu zaman ikinci gruba dahilim. Ama bu filmin kahramanları "ara"da kalmışlar.

Yollarını şaşırmış insanları, bir baltaya sap olamayanları, anlam arayanları pek severim. Bu film bittiğinde "neden bunca zaman ertelemişim ki seyretmeyi" demem bundandır.

O sızı hiç geçmeyecek biliyor musun?
Biz hiç doymayacağız.


Oldukça sıradan dört kişi. Oldukça sıradan iki çift. Arkadaşlar. Birlikte takılmaktan, içmekten, konuşmaktan mutlular. Evet, ne kadar yakın olsalar da "ara"larında aşılmaz olan o "mesafe" yine de var. Sadece bu mesafe yok bu filmde. Y-ara var mesela, hem de birden çok, kapanmaz yara. K-ara var, sır demek olsun bu, simsiyah ve daima gizlenen geçmiş. N-ara var, sarhoş olmaya gerek yokken atılan çığlıklar, iç çekişler. M-ara var, esrarlı, tuhaf, hüzünlü kadın.

Ender: "Değişmem lazım abi, bak kırkımıza geldik. Ben lisedeyken hep iyi şeyler yapacağımı, önemli bir adam olacağımı düşünürdum. Bir de şimdiye bak, bırak bir baltaya sap olmayı bir kadını sevmeyi bile başaramıyorum."

Selda: "Yoook, ben bırakamam onu. O daha çocuk. Ben onu bırakırsam ölür o. O beni bırakırsa da ben ölürüm."

Veli: "Ben tüm hayatımda dengeyi aradım. Şimdi herşey sanki bir telin üzerinde. Bak buraya! Şurda bebek var, sen burdasın, ben hemen yanındayım, Selda bana bağlı, onun yanında Gül var. Bunu bozmana izin vermem, anladın mı?"

Gül: "Halimize baksana, oturmuşuz burda, senin sevgilinle benim karımdan bahsediyoruz. Sence biz o kadar masum muyuz?"

Ümit Ünal'a nezninizde saygılarımı sunuyor, Erdem Akakçe'ye olan hayranlığımı bi'kez daha dile getirmek istiyorum sevgili okur!

3 Ocak 2011 Pazartesi

Müjde.. Müjde Bana!


Birileri benim için sahiden "mutlu yıllar" dilemiş olabilir mi acaba sevgili okur? Senin yeni yılın gelişini kutladığın anların herhangi birinde, -sen kadehini sallarken, ellerini şaklatırken ya da oturduğun yerde ayaklarınla ritm tutarken, dünya dönerken, dünya asla durmazken- ben o an beni en mutlu edecek haberi aldım. Şöyle dedi uzak odadaki adam, birazcık bağırarak,

Auster'ın yeni kitabı çıkıyormuş, duydun mu?!
Güm!

Yeni bir yılın mutluluğuna inanmak için ikna kabilyeti yüksek bi haberdi bu.
Böyle anlarım oluyor bazen, dünya güzel bir yere gidiyormuş gibi hissettiğim anlar,. Yani biz aslında dönmüyormuşuz, boşlukta sallanıyormuşuz gibi hissettiğim anlar! ( Güzel hissiyatıma dikkat çekmek isterim, "boşlukta sallanmak")


Kapa çeneni nosta!

Auster'ın kitabının adı, Sunset Park ve evet bilenler bilir, Brooklyn'de geçiyor. Kopyala yapıştır yapmıycam, konusu belli ama kitabın yayım tarihi bir kaç gün sonra. Tüm heyecanımızla beklemedeyiz sevgili okur!
Related Posts with Thumbnails