12 Haziran 2009 Cuma

paul auster ya da yanılsamaların yazarı



Hayata, aşka, tanrı’ya, sonsuzluğa hepimiz kadar, tesadüflere ve şansa hepimizden fazla inanmıştı o. Bu yüzdendi işte; her kitabında umutsuzluğa karşı savaş başlatması. Tabloları şaheser, romanları okunabilir yapan, hayatı yaşanılır kılan buydu; içinde herkesin görmeyeceği inceliklerin, oyunların olması. Hayatın dönülmez yollarını, en zor zamanlarda karşımıza çıkan büyülü insanları, köşeyi döndüğümüzde göz göze gelme ihtimalimiz olan aşkı, unutamadığımız, takılı kaldığımız o an’ları anlattı tüm yazdıklarında.

Hepimiz gibi bir hayatı vardı oysa. Okuldan nefret ediyor, her fırsatta kaçmayı deniyor, kendi ayakları üzerinde durmayı hayal ediyor ve çoğu zaman para yüzünden çıkan aile kavgalarının yatıştırıcısı oluyordu. Onu bizlerden ayıran en büyük fark; yaşı büyüdükçe artan pervasızlığıydı.

Henüz lise öğrencisiyken, ne iş olsa yaparım modelini benimsemişti. Kar yağdığında elinde kürekle bahçeleri temizliyor, ekim ayıyla birlikte garajları boyuyor, bahçeleri düzenliyor ve ufak paralar kazanıyordu. “Tam ana babama uygun bir çocuktum ve onların yaşamını biçimlendiren ilkeleri irdelemek gereğini duymazdım. Son söz paranındı ve onun sesine kulak verip dediklerini yaptığınız ölçüde, yaşamın dilini öğrenmiş olurdunuz.

On altı yaşındayken garsonluk yapmaya başlamış, ertesi yaz beyaz eşya dükkânında bir iş bulmuştu kendine. Tepsi taşımak, kirli tabakları yıkamak, klima cihazı takmak ya da on beş metre uzunluğundaki treylerden buzdolabı indirmek... Bu iki iş arasında hiçbir fark yoktu. İkisi de kol gücüne dayanan, fazla düşünmeyi gerektirmeyen basit işlerdi. O sıralarda karar verdi yazı yazmaya, yazmadan var olamayacağını o sıralarda anladı. Para kazanmak peşinde değildi. Çünkü biliyordu ki; yazar olmak, doktor ya da polis olmak gibi bir ‘meslek seçimi’ değildi. Yazarlıkta seçmekten çok seçilmiş olurdun ve başka bir işe yaramayacağın gerçeğini de bir kez kabullenince, ömrünün sonuna kadar uzun, çetin bir yolda yürümeye hazırlıklı olman gerekirdi.

İlahların gözdesi olmadığın müddetçe, kiranı ve faturalarını ödemek için, hiç değilse açlıktan ölmemek için farklı işler yapmalıydın. Bu hayatta kalmanı ve boş zamanlarında yazmanı sağlardı. Yazarların çoğunun çifte yaşam sürdüğünü o da biliyordu. Louis Ferdinand Céline doktordu, sabahın kör karanlığında ya da gece geç vakitlerde yazma şansı oluyordu, T.S. Eliot bankerlik yapıyordu, Salman Rüşdi yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştı. Para kazanmak için yapmaları gereken işleri yapıyor, sadece kendileri için, istedikleri için yazıyorlardı. Auster’in sorunu ise tam bu noktada başlıyordu; o diğerleri gibi çifte yaşam sürmek istemiyordu. Kurulu bir düzen, sabah akşam kart basmak, bir yerlere gitmek zorunluluğu ona fazla ağır geliyordu. Henüz yirmilerindeydi ve durmuş oturmuş bir yaşam için fazla genç buluyordu kendini.

Alışveriş delisi bir anne, ekonomik krizi yaşamış, eli sıkı bir baba... Auster’ın dünyasında iki yaşam tarzı, iki dünya görüşü, iki ahlak felsefesi sürekli çekişme içindeydi ve O bu dünyanın tam ortasında tüm umarsızlığıyla bir hayat kurmaya karar vermiş, anne ve babasının boşanmayla son bulan evlilikleri onu bağımsız kılmış, artık bir evi olmadığını düşünerek, hayal ettiklerini gerçekleştirmesini sağlamıştı. Onun bir şeyi, bir yerleri terk ettiği yoktu, gittiği takdirde geri döneceği bir evi bile kalmamıştı artık. Yapılacak tek şey çekip gitmekti.

Lise bitirme törenine bile katılmamıştı. Sınıf arkadaşlarının kep atıp, diplomalarını aldıklarını sırada Auster, Atlantik’in karşı yakasına geçmişti bile. New York’tan kalkacak olan bir öğrenci gemisinde yer bulmuş, biriktirdiği paraları da yanına alarak günde beş dolara Avrupa seyahati planlamıştı kendine. İki buçuk ay boyunca sürekli gezdi, ilk durağı Paris’ti. Sonra İtalya, İspanya ve en son durak İrlanda. Dublin’e gidişinin tek bir sebebi vardı; James Joyce ve Ulysses merakı. Hayat Dublin’de sadece birkaç eylemle sınırlıydı; sessiz kalmak, okumak, uzun yürüyüşler yapmak ve yazmak. “yıllar boyunca ne zaman yatağa girip gözlerimi yumsam, kendimi yeniden Dublin’de buluyorum. Yavaş yavaş içim geçmeye başladığında nedendir bilinmez kendimi hep o sokaklarda yürürken görüyorum. Oralarda başıma önemli bir şey gelmiş olmalıydı, ama ne olduğunu hiç kestiremiyordum. Korkunç bir şey olmalıydı; belki de o günlerin yalnızlığı içinde kendi içimdeki karanlığa bakmış, kendi derinliklerimle karşılaşmış ve kendimi ilk kez görmüştüm.”
Döndüğün de hayat kaldığı yerden devam etmeyecektir artık Auster için. Columbia Üniversitesi’ne kaydını yaptırır ilk iş olarak, yaşadıkları fazlasıyla değiştirmiştir onu. “Dünya gerçekleri”nden kaldırdığı kafasını kitaplara gömmüştür. Beyni tutuşmuş gibi, hayat memat sorunuymuş gibi okur. Vietnam Savaşı’nı sorgulamaya, Amerika’nın vaat ettiği özgürlük ve eşitlik’i aramaya başlamıştır. Marjinal bir hayatı göze alarak yazmaya devam etmeye kararlıdır. Gel geç işlerde çalışarak kendi parasını da kazanıyordur üstelik.
Üniversite ikinci sınıfta, bir yayınevi, eğitici filmlere söz yazması için onu işe alır. Şimdiye dek kazandıklarından çok daha iyi para getirecek bir iştir bu. Yirmi-otuz dakikalık filmlere söz yazacak, ders esnasında bu filmi seyreden çocukların konuyu daha iyi anlamalarına yardımcı olacaktır. “Hükümete Giriş” adlı filmi izlemeye başlar. “film başladıktan iki-üç dakika sonra beni irkilten bir söze rastladım. Metinde demokrasi fikrini ilk kez yunanlıların icat ettiği söyleniyordu ve görüntüde de togalar içinde birtakım sakallı adamların resmi vardı. Buraya kadar bir şey yoktu ama konuşma Amerika’nın demokrasiyle yönetildiğini belirterek sürüyordu.” Filmde bas baya bir yanlışlık vardır, Amerika demokrasiyle değil, cumhuriyetle yönetilmektedir ve iki kavram arasında da büyük farklar vardır. “Gerçek demokraside herkes oy kullanır. Oysa biz, bizim yerimize oy kullansınlar diye temsilciler seçiyoruz. Bu kötüdür demiyorum. Gerçek demokrasi tehlikeli olabilir. Azınlığında haklarının korunması gerekir, cumhuriyet bize bunu sağlar. Bütün bunlar Federal Yasalarda yer alıyor. Hükümet, çoğunluğun diktasına karşı koruyucu önlemler alır. Çocukların bunu bilmeleri, öğrenmeleri gerek.
İşe başladıktan yirmi dakika sonra kapı dışarı edilir, yayınevi işini kaybettiği ve paraya ihtiyacı olduğu için bir otelde bahçıvanlık yapmaya başlar. Bir odaya tıkılmaktan, düşünmekten alıkoyulmaktansa kol gücüyle para kazanmayı tercih etmiştir bir kez daha.
Bir sonra ki yaz, 1967’de üniversitenin yabancı ülkede okuma programına kaydolarak Paris’e gitmiştir. Paris o eski Paris’tir ama Auster yine uyumsuzdur zamana ve mekana, yeni bir dünyanın kapısında, yaşamı alt üst olmuştur yine. Öğrenim programı büyük bir düş kırıklığıdır. İstediği her konferansa gitmeyi, her derse girebilme özgürlüğü olduğunu düşünerek Paris’e gelmiştir, karşılaştığı tek şey ise ona dayatılan Fransızca gramer dersleridir. Çok iyi bildiği Fransızcayı neden sil baştan yeniden öğrenmeye zorlandığını anlayamaz bir türlü. Peki der, eğer kurallar böyleyse ben vazgeçiyorum, programı da bırakıyorum, üniversiteyi de bırakıyorum.
Yaptığı apaçık deliliktir. Vietnam Savaşı’nın devam ettiği günlerde okulu bırakıp öğrencilikten el ayak çekmesi, cephede soluğu alması demektir. Savaş karşıtı birinin cepheye gönderilmesi ise trajik bir hikâye olabilir ancak. Askerlik hizmetine karşı çıkmayı, gerekirse tutuklanmayı ama asla savaşa katılmayacağını söyler ailesine. Bu kategorik bir karar, değişmez mutlak bir tavırdır. Gelecekte yazacağı kahramanlar gibi yaşamaya başlamıştır Paul Auster. Bilir ki, yaşamın kontrolü ellerinde değildir, ani kararlar vardır hayatta, fazla soru sormak çare değildir çoğu zaman ve insanın ellerinde tuttuğu tek bir hazine vardır; geleceğe dair habersizliğimiz.
Okuldan ayrıldığı aylar boyunca tıpkı Dublin’deymişçesine yaşar. Uzun yürüyüşler, odalara kapanıp kitap okumalar ve saatler süren yazım çalışmaları. Bu dönem canını sıkan tek bir şey vardır, sinema biletlerini öğrencilik günlerindi ki gibi ucuza satın alamayışı. Gün içinde o kadar çok film seyreder ki, yönetmen olmaya heves edecek kadar ilgilenmiştir sinemayla.
Öğrenci kimliğini reddedişi çok uzun sürmez, ailesinin ısrarı üzerine dekanla konuşur ve geri döner üniversiteye. Fransızcadan çeviriler yapmaya, film ve kitap eleştiri yazmaya başlar. Yazdıkları gazete köşelerinde küçük ve dikkat çekmeyen yerlere atılsa da yayınlanma şansı bulmuştur. Ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmiştir bir nevi, fakat nasıl koşacağını henüz bilemiyordur.
Takma isimlerle şiirler, sipariş üzerine yazılar yazıyor, öğleden sonraları Fransızca dersler veriyor, ünlü yazarların kitaplarını düzeltiyor, nerdeyse önüne çıkan her işi kabul ediyordu. Tek bir hedefi vardı; otuz yaşına kadar kendisini geçindirecek kadar parayı biriktirmek. Porno kitaplar yayınlayan bir yayınevi için açık saçık şeyler yazmaya bile razı oldu, ne de olsa kitap başına bin beş yüz dolar vereceklerdi. Yirmi-otuz sayfa yazdıktan sonra yapamayacağını anladı, onun yerine öğrencileri hedefleyen uyduruk bir dergiye kitap eleştirileri yazmaya devam etti. “yaşamım, ancak ve ancak kendi silahlarıma tutunup boyun eğmeyi reddetsem iyi olacaktı. Sanat kutsaldı ve sanatın çağrısına ayak uydurup ilerlemek demek, senden istenen her özveriyi yerine getirmek, ne olursa olsun amacının saflığından dönmemek demekti.”
Bir kez daha kaçmak zamanıydı şimdi. Karadan çıkmak ve insanlardan uzaklaşmak olabildiğince, alabildiğince görünmez bir ülkeye gitmek. Amerika’nın en yaşlı filolarından birinde tayfa olmuştu, yeni bir hayatın kapısındaydı bir kez daha. Ne aradığını, neyi kanıtlamaya çalıştığını bilmiyordu. Belki ayakları üzerinde durup duramayacağını anlamak içindi tüm bu vazgeçiş, belki de tekdüzelikten kurtulmaktı istediği. Sebep ne olursa olsun milyonlarca işçiden biriydi, sayısız böceğin yanında çalışan bir başka böcek olarak görüyordu kendini. Bunca yıldır karşı çıktığı amerikan kapitalizminin; o öğütücü çarkın bir parçasıydı artık. Bir kâbusun içindeydi, sanki bu rahatsız uykudan uyanacak ve anlatmaya başlayacaktı gördüklerini. Öyle de oldu aslında. Yıllar sonra karaya ayak bastığında; sanki kaçmamıştım, birden bire bir sirkin içinde buldum kendimi diyecekti. Onlarca insanla karşılaşmıştı; hastalar, yaşlılar, ayyaşlar, bir anda tüm servetlerini kaybeden beş parasız patronlar, aşklarını kaybeden biçareler, yeteneklerini yitiren yazarlar, eksik çıkan vicdan muhasebeleri...

Önemsiz ama ilginç bir rastlantıyla/rastlantılarla değişen bir hayattı onunki. Tıpkı romanlarında ki gibi, yazdıkları gibi. Bir kadın köşeyi döner, bir köpek sahibini kaybeder, adamın karısı ölür, mavi bir deftere yazı yazılır, bir bomba patlar ve gecenin yarısı telefon çalar...

Yıllar sonra bir adam karaya ayak basar...


Şiir yazmaktan vazgeçer ve 1982’de ilk kitabı Yalnızlığın Keşfi yayınlanır. Amerikan edebiyatında adının çok yükseklerde yazılmasını sağlamasa da, Paul Auster tanınan bir yazardır artık. New York Üçlemesi on yedi kez reddedilmiş olsa da, on sekizinci denemeden sonra küçük bir yayınevi tarafından yayımlanır. Bundan böyle Amerika’nın en iyi yazarlarından biri olarak sayısız roman, hikâye, deneme ve senaryonun altına imzasını atar.



Yirminci yüzyılın en güzel masal anlatan adamıdır artık. Kişinin en büyük mucizesi unutmak değil, hatırlamaktır Auster’a göre. Hatırlamak, hatıralarla yüzleşmek, kendinle karşılaşmak, kültürel değerleri yıkmak ve başka bir gerçeklik yaratmaktır asıl olan.

Hayat an’lardan ibarettir, zaman dayatılan bir yalandır sadece. Hayatımız, unutamadığımız o an’ların toplamıdır. Onca romandan, onca yalan zamandan kalan, anlara sıkışmış cümlelerdir, sahipsiz hikâyelerdir belki de...

Geldiğimiz şu an’da siz bir Paul Auster kahramanı olsaydınız, hangi o an’dan başlardınız hayatınızı yeniden yaşamaya?

1 yorum:

stalker dedi ki...

yazı güzel olmuş. elinize sağlık..auster ne yazsa okurum, ama öyle ilkel bi iştahla değil. bu nedenle hala birkaç kitabını zulada okumadan tutuyorum. tıkandığımda nefes açıcı olarak almak üzere..

Related Posts with Thumbnails