25 Haziran 2009 Perşembe
selçuk baran ya da bir yazarın vazgeçiş öyküsü
Ne tür bir okuyucu olduğunuzu biliyor musunuz?
a)Herkesin sözünü ettiği, bolca reklamı yapılan kitapları okurum.
b)“çok satan” olmadığı takdirde bir kitap asla okunmaya değer değildir diyenlerdenim.
c)Kitapçıya gider, her kitabı inceden inceye inceler, yeni çıkanlara göz atar, kişisel tercihimi edebi değeri olan yayınlardan yana yaparım.
Birazdan okuyacağınız yazı, a ve b grubu okurlar için yazıldı. c grubu okurlar, Selçuk Baran’ı zaten tanıyorlar.
İlk öyküsü yayınlandığın da otuz beş yaşındaydı, Yeditepe Dergisi’nde yayımlanmıştı; “Çocuğun Biri”. Hayata geç kalmak diye bir şey varsa eğer, o geç kalanlardan biri olmadı hiç. Yazmaya başlaması çok daha erken tarihlerdeydi ama yazdıklarının yayınlanması zaman isteyen bir süreçti. Edebiyat zordu, önemliydi ve kutsaldı muhakkak Selçuk Baran için.
O, “Haziran” yazarıydı. Öykülerindeki, romanlarındaki, Türkân Hanım’daki ya da yayınlanmamış yazılarında ki kahramanları, Alangoya gibi, Haziran’ın sıcak havasının aksine mutsuz insanlardı. Umutlarını aşka bağlamış genç kızlar vardı yazdıklarında, aşkla başlayan evlilikleri nefrete dönüşen pişman kadınlar vardı, hazirana inat zamanlar yaşayan, hep üşüyen erkekler, Arjantin Tangoları’na adımları yetmeyen kadınlar, birbirinin içine geçmiş dilsiz ilişkiler vardı, kör düğümden daha bir kördüğümdü hayat. Hazirandan çok daha sıcaktı, yakıcıydı aşk. Acısı unutulmaz, içten çıkmaz, yazmadan kurtulunmaz bir şeydi.
Neydi? Nasıl bir “şey”di aşk? Bir erkeği/kadını çok sevmek yaşama sebebi olabilir miydi, ölümün ta kendisi miydi yoksa? Neden yazardı insan? Yazmak kalıcı olmak mı demekti? Sözcükler düşüncelerimizi saklar mıydı, yoksa ayan beyan döker miydi ortaya? “Meçhul Hisler” gidici miydi, hep kalır mıydı yoksa? Duvarları, pencereleri, kapıları kırıp niçin dışarı fırlayamıyordu insan? Bir bedende kaç kişiye yer vardı? Korku mu daha baskındı, kaçma isteği mi kısılıp kaldığımız mekânlardan? Yaşarken, an’ları anlamlandırmaya çalışırken, ne derece bilinçliydi insan? Cevabını bilmediğimiz kaç soru daha vardı hayatta? Bizler neden vardık ve neden yazıyorduk durmaksızın?
“Yazmasam delirecektim” demişti Sait Faik, her yazarın kendince bir cevabı vardı bu klasik soruya. Selçuk Baran yazma sebebini şöyle açıklıyordu:
“Yazmam gerek. Dergiler için ya da kitap olarak basılsın, başkaları okusun diye değil, yaşamın bana haklı ya da haksız öyle gelen saçmalığından, giderek başkalarının yaşamında bulduğum ve bunalımını duyduğum anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.”
“ Söyleyecek sözüm olmalı. Onu söylemeliyim. Sonra da bu yetmemeli. Haykıracak sözüm olmalı. Haykırmalıyım. Ve söyleyecek sözüm başkaları için olmalı. Kendim için söyleyeceklerimi ancak çok sonra başkalarına duyurabilirim. ”
“Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Yazmak benim için tek ve biricik imkândır. Gene de umutsuzum bu konuda. İyimser bir umutsuzluk duyuyorum. Kendimi yüzme bilmeyen gene de boğulmamak için son gayretiyle çabalayan bir insana benzetiyorum...”
Yazdıklarını paylaşma zamanıydı artık. 1972 yılında yirmi bir öyküden oluşan ilk kitabı Haziran yayınlandı. Ödüllerin sahiplerini hakkıyla bulduğu zamanlardı ve bu yeni öykücü kadın, Türk Dil Kurumu 1973 Öykü Ödülü’nü kazandı. Haziran, edebiyat çevresi tarafından övgülere layık bulundu. Tomris Uyar, Behçet Necatigil, Vedat Günyol, Selim İleri gibi ustalar, edebiyat dünyasına nasıl bir yazarın geldiğini anlamışlar ve onu selamlamışlardı. İlk romanı Bir Solgun Adam, Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması’nda beşincilik ödülü kazandı ve 1975 yılında basıldı. Ve birkaç yıl ertesinde yeni bir öykü kitabıyla çıktı edebiyat sahnesine Selçuk Baran: Anaların Hakkı. 1977’de yayınlanan bu kitabıyla 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Adnan Özyalçıner’le paylaştı. Bozkır Çiçekleri adlı romanı Milliyet Yayınları 1979 Roman Yarışması’nda mansiyon ödülü aldı. 1983’de yine bir öykü kitabı olan, Kış Yolculuğu yayımlandı. Bunu Tortu, Yelkovan Yokuşu ve Arjantin Tangoları adlı kitapları izledi.
Hayatta iki şeyi çok istemişti. Biri romanlarda ki kadar büyük ve büyülü bir aşk, diğeri de yazar olmak.
Ayhan Baran’la yaşadığı aşk romanlarda ki kadar büyüktü belki ama evlilik o büyüyü yitirmelerine sebep olmuştu. Ayrılıkla noktalanacak bir aşktı onların ki. Şöyle yazacaktı Selçuk Baran Arjantin Tangoları’nda;
“Değerli şeyler mutfakta, ev işlerinde kullanılmaz.”
“Aşk, evlilik için kullanılmaz.”
“Ve âşık olmadığın adamla evlen.”
Yazmaksa hep vardı hayatında. Günlüğüne şunları not etmişti bir defasında;
“şimdilik kendi yaşayışımı seviyorum. Yaptıklarım onun anlamsızlığını duyuracak denli tiksindirmiyor beni. Ama bir gün gelecek kırkımda mı olur, daha sonra mı olur, ardıma bakacağım. O zaman kendi yaşamım, o yapışkan, terli, sünepe anlamsızlığa bürünüverecek. Ve işte o zaman gerçekten yazacağım. İyi yazacağım. Çünkü saçmadan, anlamsızdan arındırmaya uğraştığım kendi yaşamım. O koskoca, o çok uzun, bir daha gelmeyecek olan kırk yılım, elli yılım olacak...”
Her iki isteği de gerçek olmuştu aslında. Âşık olduğu adamla evlenmiş aşkını yitirmişti ama. Edebiyat dünyasına adım atmış, hoş karşılanmış, ödüller almıştı fakat hak ettiği değerde tartılmamıştı bu kez de. Sahneden inmeyi seçmişti Selçuk Baran. Yazmamak hakkını kullanmıştı bir yazar olarak. Selim İleri’nin ifadesiyle, ‘... hiç bir zaman Selçuk Baran dönemi olmadı’ edebiyat dünyasında. Ölümünden birkaç ay önce, Tanzimat’tan Günümüze Yazarlar Ansiklopedisi ekibi tarafından kendisine gönderilen Bilgi Formu’nu 'Eklemek istediğiniz başka bilgiler' bölümüne can alıcı bir bilgi eklemişti Selçuk Baran: ‘Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994'te yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.’
Yazın dünyası için başarı ya da başarısızlık tartışılan konulardan biridir. Bir kitabın ‘bestseller’ olması mükemmel bir dile sahip olmasının yahut iyi bir edebiyat ürünü olduğunun göstergesi olmamıştır hiçbir zaman. Ödüllere layık görülen bir yazar, okuyucularına yakın duramadığı gerekçesiyle yazma fikrinden nasıl cayabilir? Hele ki yazmak fiilini hayatının köşe taşlarından biri olarak kabul ettiyse... Bu soruları, Gölgedeki Kadınlar yazı dizisini hazırlayan Berat Günçıkan’a yazdığı bir mektupta cevaplıyor Selçuk Baran: “bir fikir veriminin etki yapabilmesi için, der Thomas Mann, eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş neslin genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta eşitlik bulunmalıdır. Toplum, kendisinin, bir sanat eserini niçin şöhrete ulaştırdığını bilmez. (...) ama alkışın asıl sebebi, tartıya gelmeyen bir şeydir: yakınlık duygusu. Demek ki ben, okuruma yakın olmayı beceremedim. Bu yüzden çekilmeyi yeğledim. Gerçi insan başkaları için değil, kendisi için yazar. Ama kendim için yazdığım sekiz kitap, yalnız kendim için olacaksa, yeterlidir diyorum...”
Hukuk kariyerini, edebiyata yoğunlaşmak için yarıda bırakmıştı oysa. Aşkı bulduğu için evlenmişti. Sanki hayat hayalleri kırmakla mükellefti sadece. Günlük sayfalarına döküyordu içini, yazdıkça değişmiyordu hiçbir şey ama yazmadan da yaşanmıyordu. 1963- 1966 yılları arasında büyük bir savaş yaşanıyordu içinde.
21.Ocak.1966 tarihinde şunları yazmıştı günlük sayfasına;
“ iyice yokladım kendimi. Kocamın karısıyım, çocuklarımın da anası. Beni kesinlikle belirleyen ve bütünüyle öyle olduğuma inandıran iki şey bu. Analığım ve kadınlığım.(...) konuşmama gereksinimden var olan iki süreç.”
Vakti geldiğinde vazgeçecekti herşeyden. Gel-gitlerle devam eden evliliğini kurtarmayı başaramamıştı, çocukları ondan kopup, kendi ayakları üstünde durmayı yeğlemişlerdi ve maalesef edebiyat dünyasının neonları Selçuk Baran’ı aydınlatmaya yetmemişti. Kocasının karısı, çocuklarının anası olma’yı yitirmişti sanki. Tüm bunları uzak tarihlerde öngörmüştü üstelik. Ve yazmıştı yine günlük sayfalarından birine;
“geçenlerde yaşamam için mutlu olmamam gerektiğine karar vermiştim. Şimdi de insanları sevmek için onlarla duygu alışverişinde bulunmamın gereksizliğine inanıyorum. Böylece dostluk önemini yitirdi. (tabii böyle olunca aşk da...) galiba hiç dostum yok benim. Yalnız bazen sessiz bir okur olmaktan sıkılıyorum. Sadece karşımdaki söylemesin, beni de dinlesinler istiyorum. Bir gün hiçbir işe yaramadığımı kabul etmiştim. İşte şimdi de en bilinçli, en gerçek haliyle yalnızlığı kabul ediyorum. Ama bu yalnızlık ucuz edebiyatçıların sıka sıka suyunu çıkarttıkları o gizliden gizliye özlenen yalnızlık değil. Benim yalın katıksız durumum. Bundan ne kurtulmaya ne de yararlanmaya kalkışacak değilim. Sadece gereklerine uygun olarak yaşayacağım yalnızlığımı.”
Bunları ve daha nicelerini yazan kalem, 4.Kasım.1999’da ayrıldı aramızdan. Ardında bir dolu öykü, roman, çocukların ve büyüklerin okuyup inandığı masallar bırakarak gitti. Onun yazdıklarından umutsuz kadınlar kaldı geride, iç sıkıntıları kaldı, çıt çıkarmayan ağlamalar, bizi varlığına inandıramayan aşk, istiridye kabukları gibi dokunduğumuzda elimizi kesen hayal kırıklıkları kaldı yalın diliyle anlattığı. Ve az da olsa okurları kaldı geriye. Okunmayı hak eden bir yazardı o. Okunmayı ve anlaşılmayı dilemişti kendi için yazdığını söylediğinde bile.
Baskısı kalmayan kitaplarını bulabilmeyi umut ederek kitapçıya gittiğinizde, “o adamın kitapları yok” cevabını duymaya hazır olun siz yine de. Ama aklınızda olsun; edebiyata ve aşka adanmış 66 yıllık bir ömrün boşuna olmadığını anlamanız için, okunup anlaşılmak için, vaktiyle duyuramadığı sesini belki de şimdi duymanız için öyküler yazan bir kadındı o.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
3 yorum:
Fazlasıyla içli , bir o kadar da merak ettiren bir yazı yazmışsınız. Ve itiraf Selçuk Bey olarak düşünmüştüm ben de :)
Listemize de ekledik ismini sayenizde.
Selçuk Baran yazdıklarıyla pek bi üzmüştür beni. Hayatını okuduktan sonra kendisine duyduğum saygı acıma duygusuna dönmedi asla. Ama bi'şeyler var onda, epeyce hüzünlü bi'şeyler.
Okumaya başlayacak olmanız sevindirdi beni, çünkü o bunu fazlasıyla hak eden bir yazar.
atlamışım nu yazıyı.. oysa şu ana kadar okuduğum en uzun yazınız. tesadüf işte, selçuk baran üstüne bir şeyler ararken... değdi. İlginç olan, o gittiğinde ben gelmişim; o geldiğinde ben gitmişim taş ve soğuk binadan. Teğet geçmiş.
Yorum Gönder